Bugün telefonumdaki bildirimlerin sesine uyandım. Peşi sıra gelen bildirimler arasında karşılaşmayı beklediğim herhangi bir farklı durum olmadığı için olağandışı bir şey olduğunu düşündüm. Hızlı bir şekilde durum değerlendirmesi yaparak ne olabileceğini tahmin etmeye çalıştım ana nafile. Birkaç saniyelik düşünme sonrası kısa bir hayır duası ederek telefona sarıldım. Gelen bildirimlerde Celâl Kuru’nun bu akşam saat 21.07’de buluşma yerinde, yani dernekte olacağı yazıyordu. Ha ha. İnanmadım elbette. Birileri çirkin bir şaka yapıyor olmalıydı. Şaka değil ise Celâl Kuru başka bir hayal kırıklığı için umudumuzu yeşertmeye çalışıyordu muhakkak. Uyku sersemliğinden olsa gerek algılamakta daha doğrusu inanmakta güçlük çektiğim bu haber karşısında ne yapacağımı bilemedim. İçimdeki ses haberin gerçek olmadığını söylediği için sabah sabah hayal kırıklığı ile güne başlamaktan korkuyordum. Ama ne derler bilirsiniz: “Döngü devam ediyor, daha büyük yenilgiler için” evet dediği gibi daha büyük yenilgiler için, “Umudunu kolla!” Celal Kuru’nun umudumuzu yeşertmesine bir kez daha izin verdim ve habere inandım.
İşin aslına baktığınızda endişelerimde haklı olduğumu görürsünüz. Geçtiğimiz ay birçok kez davet edilmesine rağmen, “inşallah, ya nasip, bakalım, çok isterim, çok iyi olur, aa öyle mi gelmeye çalışacağım, tabii tabii neden olmasın” gibi ifadeler kullanarak geleceğine dair umut veren ancak hiçbir buluşmaya gelmeyen Celâl Kuru hakkında çıkan bu habere ne tepki vermeliydim? Her buluşmada bize bol bol selam yolladı. Kartlı çiçekler gönderdi. Her defasında kalbinin bizimle olduğunu söyledi fakat hiçbir buluşmaya gelmedi.
Gözlerimizi yollara çivilemekten başka ne yaptı? Üstelik söylentilere göre buluşmalara gelmediği zamanlarda İstanbul’un muhtelif sokaklarında yalnız başına yürüyüşler yapıp, yazacağı yeni öyküleri için malzeme topluyormuş. Yürüyüşlerinde ellerini arkadan bağlayıp, manzarasını sevdiği yerlerin önünde uzun uzun bekleyip şiirler, türküler okuyormuş. Yaydığı enerjinin çekimine kapılan bir simitçi çocuktan öğrendiğimize göre dudakları en son şu dizelere ev sahipliği yapmış: “Onların da kalbi böyle vurmakta, onlar da seviyor ve bekliyorlar, ne zaman gelecek diye ilkbahar…”
Anlayacağınız biz onu beklerken o yeni öykülerin izini sürmüş. Olacak iş değil. Üstelik Celâl Kuru’nun kendisini ilkbahara benzetmesine dikkatinizi çekerim. Yumuşak karnımızdan beslendiğini görüyorsunuz değil mi? Bizi, onun hasretinden eskimiş, pörsümüş prangalara benzetiyor âdeta. Çakılı kaldığımız hasret mahzeninde onun adını sayıklarken içsel bir huzurun doruklarına varıyor. Aksini kim iddia edebilir ki… Peki, ne oldu da bugün gelmeye karar vermişti, bilinmez. Her ne kadar burası meçhul olsa da duyduklarımı ve şüphelerimi bir kenarı bırakmak geçiyordu içimden. Her şeye rağmen onda Celâl Kuru olmanın gücü vardı. Ve bu yeterliydi. Belki de yollarda kalan solgun gözlerimizi bir ilkbahar güneşi gibi eski parlaklığına kavuşturmaya, hasret prangalarının pasını almaya hatta onları paramparça etmeye karar vermişti.
***
Vakit ilerliyor, buluşma saati yaklaşıyordu. Hazırlanıp otobüse binmek için durağa doğru yola koyuldum. Öndeki tekli koltuğa oturup çantamdan bir kitap çıkarttım. Bir yandan kitap okuyor öbür yandan İstanbul’da geçirdiğim günlerin muhasebesini yapıyordum. Zamanın İstanbul’da su gibi akıp gittiğini, bunun iyi mi kötü mü olduğunu tartışıyordum kendimle. Etrafımda bu soruya cevap verebilecek yüzler olsaydı hiç çekinmez sorardım. Ama yoktu. Bu şehirde insanın beklentilerini tatmin etmesi çok zor… Tekrar kitaba döndüm.
Kitapta bir mısra bütün dikkatimi dağıttı: “Bir 3 eden 2’den daha gerçek bir 1 yoktur, dedi Fomeret”. Bu mısra nedense bana Bahadır Dadak’ı hatırlattı. Geldim geleli bir türlü onunla görüşemediğimi hatırladım. Sulhi Ceylan’a göre Bahadır Dadak’ı görememek bir kayıp ya da eksiklik değil. Aksine bir lütuf olarak görüyor. Neden böyle düşündüğünü bilmiyorum ama Sulhi Ceylan, onun isminin geçtiği her yerde, bir gün herkes beni anlayacak fakat iş işten geçmiş olacak diyor. Bundan başka da bir şey demiyordu.
Yol biter ama düşünceler bitmez. Buluşma yerine yaklaştığımı fark edince Celâl Kuru ile görüşecek olmanın mutluluğu daldığım düşüncelerden sıyrılmama yetti. Rüzgârın, bulutları birbirinden koparması gibi Celâl Kuru da düşüncelerimin sisini dağıttı. Ancak o an bir aydınlanma yaşadım. Onu anlatmadan geçemem. Kendini bizden mahrum etmesinin nedenini bulmuştum Celâl Kuru’nun. Uzak ve uzağa dair şeyler kendi içinde gizem taşır ya hani, gizem de ilgi çeken bir şeydir; işte tam da bu sebepten buluşmalara gelmiyordu. Uzaktı ve ilgi çekiyordu. Bunu kaybetmek istemiyordu. Çok muhabbetten sakının demişler neticede… Düşündükçe makul gelen bu tespitimin en somut örneği de, her şeye rağmen içimdeki mutluluk hissiydi. Öylesine mutluydum ki, etrafıma göz gezdirip tanıdığım tanımadığım herkese sarılmak geliyordu içimden. İnsanları uzak kalmanın gizemiyle büyülüyordu. Anladım.
***
Buluşma yerine vardığımda Feyyaz Kandemir, Nasreddin Hoca’nın bir kıssası üzerinde hararetli şekilde konuşuyordu. Kıssaya dair değerlendirmelerini serdederken hedefinde Aristo’nun olduğunu anlamakta gecikmedim. Konu mantıktı. Aristo’nun mantık ilkelerinin geçersiz olduğunu düşünüyordu. Delillerini ise üzerinde konuştukları kıssa üzerinden getiriyordu. Uzun süre karanlığa maruz kalmış bir insanın güneş ışığı karşısında düştüğü durumu düşünün. İşte masadakilerin durumu da tam olarak öyleydi. Feyyaz Kandemir güçlü ve heyecanlı hitabetiyle Aristo’nun mantık ilkelerini çürütmek üzereydi fakat biz buna hazır değildik.
Gözlerimizi ışığa alıştırmamız için bize fırsat tanımıyordu Feyyaz Kandemir. Üstelik değerlendirmesinin sonuna doğru yaklaştığında etkisi altına girdiğimizi fark ettiğinde heyecanı ikiye katlanmıştı. Son darbeyi indirmek için Sulhi Ceylan’dan işareti bekliyordu. Beklediği işareti alır almaz, hiç tereddüt etmeden meseleye harika bir cümle ile noktayı koydu. Aslında meselenin detaylarını uzun uzun yazmak, sizlere Aristo’nun mantık ilkelerini Nasreddin Hoca’nın nasıl çürüttüğünü anlatmak isterdim fakat canım istemediği için bunu yapmayacağım.
***
Sohbet, başka bir konuya evrilirken kulağım konuşulanlarda, gözlerim kapıdaydı. Celâl Kuru her an gelebilirdi. Çayımı alıp balkonda, güneşin sırlanışını seyretmeye koyuldum. Her buluşmada olduğu gibi derin bir iç çektim ve ânın tadını çıkarttım. Güneş sırlanınca (sırlanma tabirini yeni öğrendim) sokak lambaları parıldamaya başladı. O sırada gelip geçen insanların sayısında bir tuhaflık olduğunu fark ettim. Buradan, bu kadar insan geçmezdi. Hemen kısa bir hayır duası ederek geçip giden insanların yüzlerini incelemeye başladım. Tanıdık değillerdi. Duyabildiğim kadarıyla ne konuştuklarına kulak kesildim. Havadan sudan başka hiçbir şey konuşmadıklarını duyunca canım sıkıldı.
Tam o sırada ön cephede bir hareketlenme olduğunu hissettim. Yoldan geçenleri bir telaş sarmıştı. Gerisin geri dönüyor heyecanla birbirlerini dürtüyorlardı. İçeriye girip kimseye çaktırmadan pencereye doğru koştum. Gördüğüm manzara karşısında ne yapacağımı şaşırdım. Olağandışı kalabalığın nedeni anlaşılmıştı. Celâl Kuru aşağıdaydı. İnsanlar, öykü kitabının nihayet çıktığını duymuş ve imza almak için buluşma yerine akın etmişti. Mesaj doğruydu. Celâl Kuru gerçekten gelecekti ve gelmişti. Bir yandan tebessüm, bir yandan okurlarına imza dağıtıyordu. Kalabalığın uğultusunu işitip pencereye koşan Edebifikir sakinleri ise bu ânı büyük bir hayranlık ve şaşkınlıkla izliyordu.
***
Celâl Kuru içeri girdiğinde hepimiz ayağa kalkıp tek tek sarıldık. İlkbahar gibi gelmişti. Bunu hissettiriyordu. Gözlerindeki merhameti görmeliydiniz. Hızlı bir şekilde masanın başköşesine yerleşti ve hal hatır faslını çarçabuk geçerek çantasını kucağına aldı. “Kıymetli dostlarım için kitap getirdim. Endişe etmeyin, hepinize yetecek kadar var. Tek tek imzalayacağım. Kargaşa çıkartmadan halledelim yeter ki! Kalem var mı?” dedi ve gülücükler saçmaya devam etti. Kitapları imzalamaya başladığında ekibin yüzünde hasret gidermenin sevinci okunuyordu. Çaylar içiliyor, bisküviler yeniyor ve bir yandan Celâl Kuru sohbetiyle bizleri âbad ediyordu.
Ekip haftalar hatta aylar süren hasretin ardından Celâl Kuru’ya yeniden kavuşmuş ve çıkan kitabının sevincini birlikte paylaşmıştı. Fakat gecenin ilerleyen saatlerinde hiç birimizin beklemediği, ihtimal bile veremeyecek kadar düşüncesinden uzak olduğumuz bir durum yaşanmıştı. İhtişamı kendisini tanımlamama müsaade etmiyor. O, edebiyat dünyasının kendisinden çekindiği, beri durduğu bir isimdi ve tam karşımızda duruyordu. İlk öykü kitabıyla edebiyat camiasında yerini alan Celâl Kuru’yu tebrik etmeye gelmişti. Bütün heybeti ve delici bakışlarıyla ağırlığını hissettiren o isim Yunus Emre Özsaray’dan başkası değildi. Gece yeniden başlıyor ve Celâl Kuru başköşeyi Yunus Emre Özsaray’a devrediyordu.
İbrahim Orhun Kaplan