İnsanın orta yerinden yarıldığı anlar olur. Bazen bu anlar bazenleri aşar ve hayatın geneline yayılır. Böyle anlarda insan, bulunmak için evet kendisinin bulunması için bir şeyler yapmaya uğraşır. Bize yazmak düştü. Çaresizlikten büzüşmüş ellerimizi, içimizdeki o kor ateşi, etrafımızı saran sisleri yazdık, yazıyoruz. Derken dört yılı bitirdik. İlk günkü hüznümüz dört yıl boyunca büyüdükçe büyüdü. Katlanılmaz bir hal aldı.
Evet beş yazına girdik, üzgünüz. Her geçen yılı büyümek olarak görmedik hiç, bilakis her geçen yılı ölüme yaklaşmak olarak imledik. Hayatın ölüme doğuş olduğunu hiç unutmadık. Sahte mutluluklara bel bağlamadık. Yazmanın yeni bir dünya kurmak hatta dünyayı kırmak olduğuna hiç inanmadık. Biz sadece elimizden geleni yaptık, yapmak zorunda olduğumuzu… Üzgünüz.
Evet beş yaşına girdik, üzgünüz. Kelimelerin hatta harflerin bir ruhu olduğuna inandık. Eşyanın cansız olmadığına ve elle dokunamadığımız harflerin kalplere dokunduğuna… İnandık inanmaya… Yazdıkça ruhumuzu görünür kıldık belki de. O Câhız ki kitap almaya para yetiştiremediği için bir kitapçı dükkânını kiralayıp geceyi orada geçirir, sabaha kadar istediği kitapları okurdu. Sabah olunca da kitapçıyı terk ederdi. İşte o kitapçıda Câhız tarafından okunmayı bekleyen kitapların hevesini duyduk yazdıkça. Üzgünüz…
Evet beş yaşına girdik, üzgünüz. Mairo Vargas Llosa’nın aksine yazma ve okumanın, hayatın yetersizliklerine karşı bir protesto olduğuna hiç inanmadık. Hayatın yetersiz olduğuna da inanmadık. Biz her kitapta kendimize daha bir yaklaştık. Hayır, okumak hiçbir zaman kaçmak olmadı bizde, koşmak oldu. Üzgünüz.
Evet beş yaşına girdik, üzgünüz. Nakledilir ki; bir gece Hallâc-ı Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr… Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; “İlk gece O’nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi.” buyurdu. Biz sadece yazdık, benimizden azade değil tabiî ki yazdıklarımız ama hep yazdırıldığımıza inandık. Yazdıklarımızdan pişman olmadığımız gibi yazmadıklarımızdan da pişman olmadık. Üzgünüz.
Evet beş yaşına girdik, üzgünüz. Şehirde yaşadık ama hep Hira’yı aradık. Şehrin caddelerinde gezinirken köşeyi döndüğümüzde hep kendimizle karşılaşacağımız o ana kurduk cümlelerimizi. Yazdıksa o ana özlemle yazdık. Ağladıksa kendimize özlemle… Önce kendimize sonra modern hayatın pusulasız insanlarına seslendik. Kendi sesimizi duymak istedik. Üzgünüz.
Evet beş yaşına girdik, üzgünüz. Aşkın doğal, evliliğin ise aklî bir durum olduğunu okuduk. İnsanın kendiyle kavga ederken en büyük sermayesinin acziyeti olduğunu gördük. Görmekle kalmayıp acziyetimizin elinden tuttuk, onu sevdik. Miguel De Unamuno, “Sessizlikten daha büyük ve daha muhteşem müzik yoktur ama bu müziği anlamak ve hissetmek için fazla zayıfız.” diyor ve hayatı ıskalıyordu. Ah Unamuno, sana kimse acziyetin en büyük sermaye olduğunu söylemedi mi ve kapıdan içeri boyun bükülmeden girilemeyeceğini? Toplumla aramıza bir mesafe koyduksa acziyetimizin elinden tuttuğumuz içindi. Üzgünüz.
Beş yaşına girdik…
Sulhi Ceylan
11 Yorum