Üç gün önce, “Abdullah Karaca hafta içi her sabah sabah yedi sularında yataktan kalkmakta ve giyindikten sonra işe gitmek için evden çıkmaktadır. İşyerine ortalama on iki dakika yürümenin sonucunda varan Karaca, bu on iki dakikalık süre boyunca her gün aynı şeyleri düşünmektedir” demiş ve Karaca’nın ne düşündüğünü okuyucularımıza sormuş, cevapları da mail atmalarını ya da yorum olarak yazının altına eklemelerini rica etmiştik.
Meğer Abdullah Karaca’nın ne düşündüğünü düşünen ne çok okurumuz varmış. Mail kutumuz doldu. Gerçi bu yoğunluğun sebebinin en beğendiğimiz ve ilginç cevaplara kitap hediye edeceğimizi duyurmamız olabilir ama bunun önemi yok. Sonuçta mailler geldi. Yorumları okuduğunuz için gelen mailleri sadece imla yönünden düzeltip yayımlıyoruz. Edebifikir dostlarına teşekkür ederiz.
Bu arada, gelen mail ve yorumlar arasından Abdullah Karaca tarafından seçilen Faik Bilgin, Sümeyye Sucuoğlu ve Ali İhsan Bilgiç’e kitap hediye edeceğiz. Adres bilgilerini editor@edebifikir.com adresine göndermelerini rica ediyoruz.
***
Emrah Doğan: Ah Abdullah Karaca… Bu mecraya kimler ne yazarsa yazsın belki de senin iç sızını anlamaktan aciz, kelimeler kifayetsiz. Aynı hal-i ahval içindeyim. Aslında belimizin bükülmesi de bundan dolayı. Ama bana kalırsa sabahın yedisinde kalkmak doğru olmamış. Her gün rızkını seher vaktinin bereketinde araman gerekiyorken ihmal etmişsin. Bir de seni sen yapan soruların cevabı bu fikir çilesinde saklıdır. Son olarak, bunları yazarken Neşet Ertaş “Seher Vakti Çaldım Yarin Kapısın” söylüyor. Dinlemeni tavsiye ederim. Vesselam…
Ahmet Şahan: “Mutlu insanların, büyük işler başarabildikleri kanısında değilim; ya da büyük işler başaran insanların, mutlu bir yaşam sürmüş olduklarına da diyebiliriz…” Açık konuşmak istiyorum. Sana büyük işler başaracaksın demiyorum Karaca. Dersem ki eğer, başarabilmenin önünde ki en büyük ve ilk olacak olan engeli/prangayı ben vurmuş olurum. Ahhhh dost sadece senin kavgan değildir bu ben de bilirim az çok.
Karaca işe giderken ki o 12 dakikalık sürede ne devletler kurar, ne devletler yıkar, ne isyanlar, ne kavuşmaklar, ne başarmışlıklar, ne başaramamışlıklar…
İş yerinin kapısına nasıl geldiğini, hangi yollardan geçtiğini, hangi yüzleri gördüğünü bilmeyerek ışınlanmışçasına.
Ama işten eve dönerken ki 12 dakikayı sorarsanız, karşı geldiği bütün yüzlerin çizgilerini tek tek inceler, yürüdüğü kaldırımdaki parke taşlarının sayısını yaşı kadar iyi bilir. Trafik lambasının kaç saniyede bir yandığını, hangi dükkânın ne sattığını ezbere bilir. Cebi delik adam, ışınlanma özelliğini kaybeder o dakikalarda. Tüm gücüyle koşmak istese bile 12 dakikadan önce eve varamaz ve o 12 dakika asra döner, eve vardığında kapıyı açacak olan gözlerin çekincesinden. Ben biliyorum büyük yazılar yazan, büyüklerin yolu bu. Yürüdüğün yolda yerlere dikkatle bak! Onların düşürdükleri ödenmemiş faturaları, taksit senetlerini, kira sözleşmelerini göreceksin…
Muhammed Fatih Şahin: Yolun başında aklına şu dizeler hücum eder:
“Bakın ben birçok tuhaf marifetimin yanısıra
İlginç ödeme yolları bulan biriyim
Üstüme yoktur ödeme hususunda
Sözün gelişi üyesi olduğunuz dernek toplantısında
Bir söyleve ne dersiniz
Bir söylev
Büyük İnsanlık İdeali hakkında
Yahut adınıza bir çekiliş düzenleyebilirim
Kazanana vertigolar nostaljiler karasevdalar çıkar”
Bu mısraları birkaç defa okuduktan sonra düştüğü trajikomik hale güler ve Bahadır Dadak’ı hatırlar. İstemsizce ellerini cebine atarken “Zihnim bu şehirden bu devirden çok uzakta” diye mırıldanır. Bu sırada ayakları yere daha sağlam basıyordur, kararlı adımlarla yürümeye başlamıştır artık. Kararı şarkıya, eve ve kalbine dönmektir. Bir müddet sonra ise “Döneceğim, ama nasıl?” sorusuyla cedelleşmeye başlar ve hem bu düşüncelerin ağırlığından kurtulmak ister gibi, hem de soruların cevabı o sözlerdeymiş gibi “Ne feryad edersin divane bülbül” türküsüne sığınır farkında olmadan.
Bu sırada yine her zamanki aynı kapıdan girdiğini biraz gecikmeli olarak fark eder. Tüm düşüncelerinden bir anda sıyrılır ve etrafına güleç suratla, neşeyle selam dağıtmaya başlar. Döne döne ikiyüzlülüğe döndüğünü umursamaz görünür. Allah onu affetsin.
Tuba Aktaş: Geçmişte ve şu anda yaşamış olan, gelecekte yaşayacak olan hiç bir insanın genlerinin birebir aynı olması nasıl mümkün değilse hiçbir insanın ruhu, düşünceleri de işte aynı değil. Kendi olmak kavramı da burada dâhil oluyor. Aslında her insan kendi olmuştur ama çoğu insan kendini gerçekleştirememiştir. Öğrencilik yılları, yani insanın kendini gerçekleştirmeye en yaklaştığı zamanlar ki fatura, kira ödemek, her gün yedide uyanıp işe gitmek gibi kaygıların başlamasından hemen öncesidir. Bu önceden sonra insan bir çemberin etrafında yürümeye başlar. Yürür yürür… Aynı noktaya gelir. Ve sonra tekrar yürür. Çevresine bakar birçok insanın kendi çemberi vardır. Onlar da kendi çemberlerinde yürümektedirler. Demek ki bu yol yani çember daha önce milyonlarca insan tarafından yürünmüştür. Yani güvenlidir. Risk yok denecek kadar azdır. Kim görmüş çemberin iç açılarının toplamının üç yüz altmıştan bir derece az veya çok olduğunu. Hepsi aynıdır. İşte insan bu güvenli yolda yürürken kendi içine bakmaktan korkmaya başlar. Kendi içinde kendini zincire vurur. Aylar geçer, ama bunu yıllar sonra anlar. Aslında insanın bir yanı, hâlâ kendini gerçekleştirmek isteyen yanı, bu durumun farkındadır. Ve her gün o on iki dakikalık süre boyunca kendi zincirlerinden kurtulup çemberinden çıkmak için yine kendini ikna etmeye çalışır. Çünkü farkındadır insan, her çemberin iç açıları aynı olsa da uzunluğu aynı değil ve bir gün o çemberi son kez tamamladığında, kendini gerçekleştirememiş olarak kalacağının da farkındadır. Ve evet bütün bunları düşünmek için on iki dakika yeterlidir.
Feyza Yıldız: Empedokles antik çağ filozoflarından olup kendisine pek çok doğaüstü olay izafe edilir. Öyle ki rüzgârı denetlediği, yağmuru yağdırdığı, ölüleri hayata döndürdüğü, gelecekle ilgili kehanette bulunduğu, kurtuluşa giden yolu gösterdiği, tanrılığını iddia ettiği ileri sürülmekte hatta bunu ispatlamak için Etna yanardağının kraterine kendini atarak yanıp öldüğü söylenmektedir. Sayın Karaca insanın kendini kandırmaktaki maharetinin traji-komik versiyonu Empedokles’in hazin sonuna kıs kıs gülmekte ve Empedokles’in alevlerle kavuştuğu o ânda ne düşündüğünü düşünmektedir.
Gönül Öztürk: Bu düşünce bir bilinmezlikler labirentinde kaybolup ve kendi kendine kendine yürümeye çalışırken kendinden kendinden ve kendinden uzaklaşmandır. Abdullah Karaca’nın düşüncesi ise ahireti kıskanan burnu büyük hergele yani dünya uğruna ahireti nasıl ıskaladığıdır. Tabiî zannımca… Belki de ıskalamamıştır adam.
Muhammed Eymen Arslan: Abdullah Karaca hayatın bu engebeli kaldırımlarından sendeleyerek geçiyor olacak ki, bu mini travmalar onun beyninde hep uygulamak istediği bir hayale dönüşüyor. Uygulanması oldukça zor, yalnız harika olan bu düşünce ise, ferah bir hayatın yalnızca rıza ve kulluk odaklı, aynı zamanda derviş usûlü “Bir yelek ve bir ruh” alegorisi ile sadece hakikat için yaşayıp, bu yolda yolu bilerek çıkmış bir fâni olma çabası…
Fatma Keçeli: İşlemek istemeyip de işlediği günahların acısı, hatta asla işlemem diye iddiada bulunup, işlememeliyim diye kendine telkinde bulunup, sürekli kaçıp en sonunda kendini o günahın içinde bulmanın acısı. Hatta ve hatta bir daha da iddiada bulunmam derken bile iddiada bulunduğunu düşünüp bu sarmaldan nasıl kurtulurum sorusunun cevabını bulamamak. Etmek isteyip de edemediği ibadetlerin hüznü, olmak isteyip de olamadığı kişi ve nasıl olunur bulamayışı. Ya da hepsinden önemlisi “insan Allah’a nasıl âşık olur” sorusunun cevabını bulamayışıdır Abdullah Karaca’nın belini büken. Ya da bu soruların hepsinin cevabı olan bir mürşide bağlı olup da sabırsızlığından bu soruları kafasından atamayışıdır. Ya da sadece bir arayışın acısı (bedeli).Yanmadan olmaz ya belki de onunki bir yanıştır.
Faik Bilgin: Abdullah Karaca’nın durumu hakkında;
Abdullah Karaca aynasından uzaklaşmış gibi geliyor bana. Oysa ayna bizim için çok önemli. Aynaya yaklaşmak kedini daha net görmekten başka işlere de yarar. Aynaya yaklaşan birisi kendinden başkasını görmeye fırsat bulamaz. Aynadan uzaklaştıkça insan, kendisini daha küçük/az gördüğü için yansımada kendinden başka nesneler de görecektir. Kendisinden başka nesneleri gören insanın dünyası kalabalıklaştıkça kendisini yalnız hissetse de kendisiyle kalamaz. Kendisiyle kalamayan insan asıl görevine de yabancılaşır. Ayna dediysek o ayna değil. Göz dediysek o göz değil. Abdullah Karaca gibi milyarlarca insan (zatım da dâhil) aynasını silmeli ve yeniden aynasına yaklaşmalıdır. Allah (c.c) sabır, tövbe ve temizlik nasip etsin inşallah. Vesselam…
Sümeyye Sucuoğlu: Abdullah Karaca, daha sancılarının dahi başlayamadığı düşüncelere gebedir muhakkak. Alnında düşünce emareleri görülecektir belki bir vakit sonra. Sadece “ikinci bir doğum” beklemektedir. Ama önce abdallar, deliler derneğinin yolunu tekrar hatırlatıvermeli.
Bu, kendisi olamayan insanın hikâyesinden başkası değil. Yola çıkmak mühim, sonu eğri değilse eğer. Yola çıkmak mühim yolunu aydınlatan güneşin ışıkları önüne düşmekte ise eğer. Yola çıkmak mühim sonu “kendine” çıkacaksa eğer. Yola çıkmak mühim vuslata ulaştıracaksa eğer… Varsa kendini arayacak dermânın… Gel yâre gidelim gönül.
Kendiliğe giden yol hakikat vadisinden geçer. Hakikatin kokusuna bulanıp hissesini alanlar yoluna devam ederler. Yolun sonu aydınlık. İlerledikçe aydınlanır ortalık. Ve görünmeyenler görünür oluverir. Sıyrılmaya, olmaya başlar bu yolda insan. Bu senin yolculuğun. Kimsin sen? Dünyalı mı öteli mi, yoksa hakikat kokulu mu?
Esma Can: Karaca mutlu ve huzurlu olduğu diyarları özlemektedir, ölmenin bile oralarda güzel olduğu diyarları… Ne yazık ki her şeyin nasip olmadığı gibi oralara gitmek de nasip olmaz. Burada kalmalıdır, ama o bir türlü kalbini de getiremez buraya. Ve karar verir ölmek istediği yerlere gidemiyorsa ölmek istediği hâllere bürünecektir…
Ayşe Sever: İnanır mısınız, ben de 11 dakikalık okul yolunda ne düşündüğümü anlamadan sürekli aynı şeyleri düşünürüm. Abdullah Karaca’nın ne düşündüğünü düşünürken ne düşündüğümü bir kez daha fark ettim ve içime Attilla İlhan’ın şu mısraları düştü;
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor…
Sonra birden Cahit Zarifoğlu’nun şu mısralarını anımsadım:
Yaşamak bir sokak lambası gibi
Bir gece evden atılmış bir çocuk sanki
Tek bir damla tek bir ses gibi
Aklıma düşüyor.
Şimdi gidip evi süpürürken biraz daha düşüneyim. Aslında hemen bu iki şiiri okumayı çok istiyorum. Şiir okumak için geceleri kollamak huyum oldu, bilmem kaç kız gibi.
Ali İhsan Bilgiç: Her peygamber yaşadığı zamanın putlarını yıkmaya gayret göstermiş mutlak hâkimin Allah (c.c.) olduğunu tebliğ etmişlerdir. Her peygamberim ümmeti de bu yolda ilerlemeye gayret göstermelidirler.
Kimi zaman güneşe, kimi zaman ağaca, kimi zaman da elle yontulmuş kaya parçalarından medet uman insanoğlunun en büyük korkusu ise sahip olduğunu zannettiği her şeyi kaybetmek olmuştur. Kaybetme korkusunu yenmek için dayandığı güneş geceleri yok olmakta, ağaçlar kışın kupkuru kalmakta, kaya parçasından heykeller ise kırılıp dökülmekte idi ancak içindeki kaybetme korkusu yeniden putlarını inşa etmeye yöneltmiştir.
Günümüzün güç dayanağı maddiyattır. Maddiyatı sağlamanın yolu da beyaz yakalı olmakla elde edilir. Lüks arabalarda dolaşmak, dolgun maaşlı olabilmek kaybetme korkusuna birebir gelir. Aslında bilinir Kâbe’de bulunan en son putları yıkmak Peygamber Efendimizin (s.a.v.) omzunda yükselen Hz. Ali’ye (r.a) nasip olmuştur. Çünkü O Peygamberimizi omuzlarına alıp kaldıramamıştır.
Kalkmalı, elimize aldığımız balta ile putları yıkmalı. Kimin omuzlarında yükselip putlara baltayla vurmalı?
Abdullah Karaca belki omuzlamaya çalıştı bir grubu beli dayanamadı. Kendine ölümü tattırıp vazgeçti maddiyat peşinde koşmaktan belki ama hâlâ sistemin içinde kalmıştı.
Peki kimin omuzlarında kimler yükselmeli? Dedik ya! Hz Ali (r.a) yükseldi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) omuzlarında; mesaj açık değil mi? İlim erbabı Sünnet-i Seniyyeyi yaşamalı ve yaşanması gerektiğini anlatmalı.
Ahra Nur: “Yürüdüğüm yolun sonu nereye çıkacak” diye düşünmektedir. Sonra da kendini teselli etmek için “Olanda hayır vardır” deyip kendini faturaların kucağına rahatça bırakmaktadır. Rahatça çünkü kendi sonunu düşünmek, faturaların altında ezildiğini düşünmekten çok daha acı vericidir.
Alnına botoks yaptırmış olabilir…
Halime Karataş: Abdullah Karaca ne düşünür bilmem? Karaca’yı tanımıyorum ki! Bir tahmin: Çoğu zaman içimde saplantı haline gelen -bugün farklı olacak – düşüncesi olabilir.
Her akşam ver her günün sabahında fark ettiğim değişmem gerektiği, aslında yaratıcının var ederken içime koyduğunu ortaya çıkarmak, O’nu her an hatırlamak için adım atacağım bir gün olacağı düşüncesi. Ama ne yazık insan olmanın acizliği ve nefsin boynuma geçirdiği yulardan çoğu zaman O’nu hatırlamak yerine ‘ben’in kuytularında kaybolup gidiyorum ve sarmal sürekli devam ediyor… İnsan en çok kendini bilir belki. Karaca da buna benzer sancılar çekiyordur 12 dakika boyunca…
Sedat Temiz: Abdullah Karaca, her sabah Üstad Muharrem Cezbe’nin kim olduğunu düşünmektedir.
Ayşe Şevik: Yenmiş yemeği yemeği sevmem ama okunmuş kitaba bayılırım!
Yayımlanan yorumları okumak için Kitap hediye ediyoruz yazımıza tıklayabilirsiniz.
6 Yorum