Bir kış gününde sözleşmişlerdi. İçleri sızlıyordu, biraz olsun dindirmek, biraz olsun bunalımlarının üstüne tipiyi salmak belki en büyük avuntularıydı.
Sulhi Ceylan, Kadıköy’e her zamankinden daha önce varmış bir kitapçıda oyalanmaya başlamıştı. “Hakikati buldum” demek ahmaklıktı. Bunu biliyordu. Hakikat en fazla peçesini gösterebilirdi, Sulhi bunun da farkındaydı, ama yola çıkmak elzemdi. Sulhi, sayfa sayfa dizilmiş kitap raflarının ararsında kendini bir ayraç gibi bulmuştu. Kendisi acaba hangi sayfayı arıyordu? Hangi sayfada karar kılacaktı?
Sulhi bu düşmelerin içinde yol alırken karşıda Abdullah Karaca’nın beyaz yüzü belirmişti. Yanlışlıkla kitapevi girişinin yanındaki kapıya yönelmişti. Ben buradayım dedi Sulhi, buradayım. Abdullah camın yansımasına aldanmıştı, kendini bir başka ışığın kırılmasında bulamaması gibi Sulhi Ceylan’ı ıskalamıştı. Abdullah daha hangi kapıyı açacağını bilmiyordu.
Abdullah bir mirket yavrusu gibiydi… Ürkek ve hatalarına sadık. Sulhi Ceylan, Abdullah’ı müşfik ruhuyla kucakladığında Abdullah’ın içindeki sahte kapılar bir bir kapanıyor, kapanan kapıların sesleri dilinden bir “Ah” olarak vücut buluyordu. Işık bir kalbin bir kalbe değmesiydi… Sulhi Ceylan kime sarıldıysa içi tenhalaşıyor, karşısındaki talip bir kara delik gibi bütün ziyayı içinde soğuruyordu.
Birlikte ışıklı caddelerden karların hüküm sürdüğü karanlık sokaklara doğru yol aldıklarında bir yandan ülke meselelerini ele alıyorlar bir yandan da “merhamet”in ne olduğundan dem vuruyorlardı. Başımıza ne geldiyse sevgisizlikten geldi dedi Abdullah. Sulhi Ceylan, günahkâra bile öfke duyulmaması gerektiğini anlatıyordu. Günahkâr iflas edendi, hiç iflas edene kızılır mıydı? Ancak üzülebilinirdi.
Adımlarını ara sokaklardan geniş caddelere doğru atıyorlardı. Moda karşılarındaydı, Kadıköy’ün en hüzünlü caddesi belki de burasıydı. Çünkü önceki buluşmaların ayrılık kavşağıydı burası. Bu buluşmanın da…
Sulhi Ceylan ve Abdullah Karaca, Moda’nın tramvay yolunda alıp başlarını yürüdükten epey sonra bir çikolata dükkânına girdiler. Aldıkları çikolata ve kaderlerinde varsa sıcak bir çay, sohbetlerinin ikinci perdesine eşlik edecekti. Bu dünya tiyatrosu sahi kaç perdeden oluşuyordu? Bize sufle verecek biri var mıydı?
Soru sormak önemliydi. Doğan her cevap peşi sıra bir soruya hamile kalıyor, ete kemiğe bürünen her soru yeni bir akıl üstü cevaba ruhunu üflüyordu.
Abdullah içindeki ana arterleri açacak bir kar küreyicisini düşlüyordu. Sulhi ise hâlâ on sekizinde hissediyordu kendini. Yorulmak ikisi için de tanımsız bir alana denk düşüyordu. Dikenin huyuydu yola çıkanı engellemek. Sulhi’nin elleri tertemizdi. Bu yüzdendi sıkıntısı, daha fazla yara olmalıydı. Aşk sultanı başka geçer akçe tanımıyordu. Abdullah ise gülün aşağı düşen kıvrımlarına baktıkça acı çekiyordu. Aşk talibini asla remizsiz bırakmazdı.
Sulhi Ceylan Abdullah’a hayatında neler olup bittiğini sorduğunda konu kendini büyük bir coşkuya ve ümide devşirmişti. Abdullah ne konuştuysa ümit sözcüklerinin virgülü gibiydi, hep birbirine sebep oluyordu. Yanlışlar ne kadarsa ümit de en az o kadardı.
İkili Kadıköy’de yürürken, aslında yapacak ne çok işlerinin olduklarından söz açılmıştı. Şehrin yalancı ışıklarını kandil kabul eden insanları artık evlerine çağırma vakti gelmedi mi, dedi Abdullah.
Adımları seyrekleşmişti, ayrılış bu konuşmanın da kaderiydi. İki dost soğuğun içinde yeni bir iklim oluşturacak kadar kapanmışlardı kendi içlerine. Her adımda kendi içlerindeki kuyuyu selamlıyorlardı.
Kış, sokakları bir peri gibi kapladığında avuçlarına sığınan kar tanelerinden başka hiçbir şey yoktu.
11 Yorum