Her yıl evsizlere yüz binlercesi ekleniyor, her iki üç ayda bir birilerinin keyfi için insanlar bozuk para gibi harcanıyor, her yedi saniyede bir dünyada sigara içen biri hayatını kaybediyor, (Bu bir kamu spotu değildir. Aslında olabilir de. Nasıl görmek istiyorsanız öyle.) bizim göremediğimiz fakat meydana gelen birçok olay, durum önce yaşanıyor sonra da kanıksanan diğer gerçeklerin yakasına iliştiriliyor. Görelim ya da görmeyelim, duyalım yahut duymayalım, bize tuhaf gelen her ne varsa, bir müddet sonra sıradanlaşıyor. Sözgelimi geçtiğimiz aylarda denizin kıyısına vurmuş ve ölmek üzere olan bir yunusu sığ olmayan bir yana doğru götürmek yerine “selfie” çekilip onu öldürmeyi tercih edebiliyor insan. Buradaki eylem oldukça sıradan… Selfie çekmeyen kaldı mı? Galiba biz. Ya da her kimse o kendini bilir. Peki, bir süre sonra yunusların başka “selfieciler” tarafından bir iki poz için harcanması olası mı? Olası. İşte aslında bir takım tuhaflıklarla başlayıp sonra tekdüzeleşen olaylar zincirinin devri daimini yaşayan insan, ayak bastığı bu toprakla bir akrabalık kurdu önce, sonra kendi cinnetini hazırlayacak kadar malzemeyle doldurdu içini.
İnsan, insanı insanla anlatabilecek yöntemleri deneme yoluna gitti. Ne zaman? Bilmiyoruz. Fakat insanın yeryüzünü anlatma güdüsü birçok arzudan baskın bize göre. Yeryüzü, insanın trajediler icat ettiği bir toprak parçası. Her trajedi bir hikâyeden mülhem ve her hikâye bir öykünün sacayağı. Aslında basit bir denklem… Öykü icat edilmiş bir şey değildir. Ya ne? Zamanın “döngüsü” , “eğilimi” , “değişimi” gibi tuhaf kavramlara red çekildiğinde olayların sadece insan üzerinden vuku bulduğunu herkes görebilir nasılsa. İnsan yaratılmış bütün gerçekliklerin karşısına kendi “yapay gerçekliğini” iliştirmeye müsait yapısıyla o icat ettiği trajedileri birer ikişer iletmeyi başarınca herkesin bir hikâyesi mutlaka vardır fikri ortaya çıkmıştır. Evet, her birimizin en azından bir hikâyesi vardır. Peki, o hikâye öykülenebilecek kadar kıymetli mi yahut neden öykülenmeli? İşte buradan sonrası öykü kuramına girer. Şimdi kuramdan bahsederek kafa patlatmak istemeyiz. Hem bugün yazarlar günü, kuramcılar günü değil. Laf aramızda biz “kuram sever” öykücüden de pek hazzetmeyiz. Şaka şaka. Bunu pek kafamıza takacak değiliz. Zaten öyle kuram sever öykücülere pek rast gelmedik. Daha çok “kuram sever romancılar” tanıyoruz. Bu yıl trajedi mucitlerinden, insanı insanla anlatmayı deneyenlerden, kafasına göre takılanlardan, Türkçe’yi yok sayanlardan, iyi bir Türkçe sahibi olanlardan ve balık yerken boğazına kılçık batanlardan gelen birçok öykü okuduk.
Bize ulaşan yüz sekiz öykü arasından ilk üç için seçtiklerimiz sırasıyla; Pelin Yılmaz, Abdullah Uluyurt ve Ümit Yiğit’in yazdığı öyküler oldu. Başta Pelin Yılmaz olmak üzere üç öykü yazarımızı da tebrik ediyoruz.
Ayrıca Bahar Asar, Bilal Taş, Müjde Alganer, İlyas Engin, Mevlüt Akçin, Sena Er, Samet Zenginoğlu, Zeynep Yılmaz, Hasret Yılancı, Mücahit İhsan Yöndemli yazdıkları öykülerle dikkat çekmeyi başarmışlardır. Kendilerini tebrik ediyoruz.
İşte aklımızı başımızdan alan birinci öykü:
Anlatırsan İyileşirsin
“Anlatırsan iyileşirsin,” diyor sevgilim. Hayat hakkında tıpkı benim gibi düşünen bir kadın o. Gönül gibi değil.
“Çocuk sahibi olmak bir insanı yıllarca yaşamaya mahkûm etmek demek,” diyorum “buna hiç birimizin hakkı yok.” Başını sallıyor. Yüzünde anlayışlı bir gülümseme. Bu cümleyi anlayabiliyor oluşuna şaşıyorum. Bunu anlayabilen bir kadının varlığı hem sevindiriyor hem tedirgin ediyor beni. Susuyorum. Bu sefer o konuşmaya başlıyor. “Hayat o kadar kötü ki, insan bir çocuğa her şeye rağmen ayakta kalmasını, kendisini hayata karşı korumasını nasıl öğretebilir. Ben öğretemem. Daha ben kendim bilmiyorum.” Yüzü soluyor konuşurken. Ben yine susuyorum. Gönül’ü düşünüyorum. O olsa böyle söylemezdi. O böyle söylememişti. “Ne biliyorsun, bizim dünyaya getireceğimiz, bizim sevgiyle yetiştireceğimiz çocuklar kurtaracak dünyayı belki de.” demişti. “Hayır hayır, bu çok salakça bir hayal” dediğimde yüzünde bir an belirip kaybolan kırgın ifade hiç peşimi bırakmadı. Şimdi bile, ayrıldıktan yıllar sonra yani, hâlâ Gönül’ü o ifade ile hatırlıyorum. Gönül’ü hep hatırlıyorum. Boşanma protokolünde yazmayan, hâkim başta olmak üzere kimsenin bilmediği çok gizli madde uyarınca müşterek çocuğun velayetinin davalı anneye verilmesine, davalı babanın bu hususta bir talebi olmadığından ve taraflar kendi aralarında anlaştıklarından çocukla babanın şahsi münasebet tesisine dair hüküm kurulmasına yer olmadığına… zaten mevcut bir müşterek çocuk olmadığından, müşterek çocuğun davalının hayallerinden ibaret olduğundan dolayı… hatırlıyorum, hep hatırlıyorum. Çocuğu da hatırlıyorum. Olmayan bir şey hatırlanmaz ki diyorum kendi kendime. Yine de hatırlıyorum.
Anlatırsam iyileşir miyim? Bunları nasıl anlatırım. Korkuyorum; ya çocuğa bir şey olursa, araba çarparsa mesela. Korkuyorum; uyuşturucuya alışırsa. Ya biz ölürsek, şu dünyada yapayalnız kalırsa. Korkuyorum; yürürken ayağıma sarılan, adım atmama engel olan hayaletlerden korkuyorum. Gönül’ün kırgınlığı mı dolanıyor ayağıma yoksa çocuğun tıpkı bana benzeyen yüzü mü bilmiyorum. İkisini birbirine karıştırıyorum. Sevgilimin solan yüzüne bakıyorum. Solan bedenine. “Daha ben kendim bilmiyorum,” diyor sesi gitgide alçalıp yok olurken. Sanki ben biliyor muyum!
Hiç var olmamış bir çocuğu hatırlayabildiğimi düşündükçe hatırladığım her şeyin gerçekliğinden şüpheye düşüyorum. Ölümlü olduklarını hiç hesaba katmadan çocuk dünyaya getiren, ben daha küçücükken, anne baba şefkatine muhtaçken düşüncesizce bir kazaya kurban giden, kendileri bu dünyadan ayrılırken beni yaşamaya terk eden anne babamı neden hatırlayamadığımı düşünüyorum. Hatırladığım her şeyin aslında bir kâbus olduğuna inanmak istiyorum. Depremler oluyor artarda, yer yarılıyor ve gömdüğüm her şeyi geri kusuyor dünya.
İyileşemiyorum.
Pelin Yılmaz
Aklımızı başımızdan alan ikinci öykü:
Neredesin?
Akşamdı. Yalnızdım. Sıkıldım. Yattım. Uyuyamadım. Kalktım. Oturdum. Kesmedi. Ayaklandım. Hazırlandım. Çıktım. Yürüdüm. Baktım. Gördüm. Düşündüm. Acıktım. Yedim. İçtim. Doydum. Şükrettim.
Kalktım. Yürüdüm. Gördüm. Şaşırdım. Oydu. Emindim. Özlemiştim. Hissettirmedim. Sevdim. Platoniktim. Mırıldandım. Duyuramadım. Nihayet… Gördü. Bildi. Güldü. Tedirgindim. Güldü. Kırıldım. Uzaklaştım. Anlamadı. Anlayamazdı. Anlatamazdım.
Adımladım. Döndüm. Toparlandım. Güçlendim. Cesaretlendim. Seslendim. Duymadı. Bağırdım. İşitmedi. Yaklaştım. Dokundum. Döndü. Baktı. Söyledim. -Seviyorum. Takmadı. Çöktüm. Yığıldım. Yıkıldım. Dayanamadım. Koştum. Koştum. Koştum. Uzaklaştım. Yoruldum. Oturdum. Hışılıyordum. Hüzünlüydüm. İstedim. Yapamadım. Ağlayamadım. Erkektim. Efkârlandım. Yaktım. İçtim. Kesmedi. Yaktım. İçtim. Yaktım. İçtim. Yaktım. İçtim.
Geldi. Denizdi. Dalgalıydı. Serindi. Dedi. -Noldu. Anlardı. Dinlerdi. Bilirdi. Dedim. -Dilruba. Sustu. Sustum. Sustum. Sustu. Yaktım. İçtim. Mırıldandım.
– Seni yerlerde göklerde bulamazlarken, bende gizli olduğunu sezenler olmuş…
Abdullah Uluyurt
Aklımızı başımızdan alan üçüncü öykü:
Omuz Omuza
Kalabalık kentlerde yaşayan insanların dertleri envaî çeşittir. Bu kentlerde insanlar, caddelere sığmazlar. Coşkularından ötürü değil. Metrekare ve insan sayısı ile ilgili bir durum. Ahmet de bu şehir insanlarından biridir. O, sığmayan değil, sığdırılmayanlardandır.
İstanbul, bu kalabalık kentlerimizin en birincisidir. Caddeleri bir kucak misali açılır insanlara, lâkin yetiremez. İstiklâl bu caddelerden biridir. O, yetmeyen değil, yetirilmeyenlerdendir aslında.
Ahmet, kendisi gibi binlerce insanla birlikte akar bu caddelerde. Kalabalık caddelerde insanlar yürümez, akarlar. Kimi durgun akar, kimi coşkun… Ahmet durgun akargillerden. Bu caddelerde her gece binlerce insan, kapıları açılmış arena aslanları gibi bentlerini yıkıp dağılırlar. İşyerlerinin kapıları gün yüzüne açılır hep. Saatin önemi yoktur. Bilumum işçiler, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar gün yüzüne heves ederler. Ahmet de heves eder.
Ama şehir insanlarının yüzleri akşam görülmez. Çünkü bakılmayan görülmez. Caddelere çil yavruları gibi akınca, binlerce insan otobüs duraklarına, metro duraklarına, metrobüs duraklarına, minibüs duraklarına, taksi duraklarına, duraklarına, duraklarına ve duraklarına durmamacasına akarlar. Evi menzil bilirler. On dakika erken varmanın saatlerce süren bir hazza bedel olduğunu düşünürler. Ahmet öyle değildir ama. Ahmet bilir ki duraklar yerinde durur. Ona göre şehir insanlarının dediği değil, otobüslerin, metrobüslerin dediği olur. İnsanlar onları bekler, onlar insanları değil. “Geldim kaptan, artık gidebiliriz!” yoktur, “otobüs doldu kaptan, hareket edebiliriz!” vardır.
Şehir insanları sevgiliye koşar gibi koşarlar otobüslere, metrobüslere. Ahmet ise yürür. Zıt yöne doğru yürümeye görsün ama. Çünkü şehir insanları aynı istikamete, menzile doğru yürüyenlere dahi umarsızken, karşıdan kendilerine doğru yürüyenlere karşı acımasızdır. Ortaya bir tepkime, çarpışma gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Ekseriyetle devreye omuzlar girer. Bu insanlar, evlerinde kendilerini bekleyen TV dizilerini, TV yarışmalarını, TV maçlarını, TV karşısındaki koltuğu ve TV’nin kendisini hayâl ederken, bu hayâli gerçekleştirme azmiyle omuzlarıyla yara yara açarlar önlerini. Omuzlar omuzlara nakşeder kalabalık caddelerde. Hele bir de eşit hızda birbirlerine doğru yürüyen iki şehir insanı çarpışırsa, ortaya çıkan vaveyla daha derin ve tesirli olur. Ama şehir insanı aldırmaz buna. Alışıktırlar, hem her gece olabilirliği ihtimali vardır. Omuzlarından omuzlarla yedikleri kroşeleri yere yapışmadıkları müddetçe pek önemsemezler. Ahmet öyle değildir ama. O, durgun akargillerden olmasına rağmen, omuzuna aldığı darbeleri daha bir teessür ve hüzünle karşılar. Nice kez bir umut besleyip omuzuna çarpan şehir insanının arkasından bakar, hüsn-ü cemâlini göreyim deyü, diye değil, bu cangılda ufak bir mahcubiyet görürüm belki diye. Ama göremez Ahmet. Varsın insanlar omuzlarına çarpsınlardı, olurdu, kalabalık bir caddeydi neticede. Fakat yine de insanın acısını insan alırdı. Ahmetgillerin bu acısı ise bâkiydi.
Ümit Yiğit
12 Yorum