“Karım ol!
Evimin içinde dolaş, şarkı söyle
Seninle dolsun odalarım
İşten döndüğüm vakit akşamları
Boynuma sarıl ceplerimi karıştır
Elinle bul hediyeni
Sevin bizi unuttuklarına
Kapımızın önünden geçenlerin.”
(Necati Cumalı)
Pazar günü her zamanki gibi en önce Sulhi Ceylan gelmişti arkadaşlarıyla buluşmaya. Elinde tuttuğu “ah kılıcını” dostluk imgesine sapladığında, birilerinin kanamaya başladığını düşünerek biraz rahatlamaya çalıştı ama nafile. Kendini kandırması gerektiğini biliyor ama bunu başkalarının yapmasını istiyordu. İnsan sürekli isteyen varlıktı.
Sırayla Feyyaz Kandemir, Adem Suvağcı, Muhammed Furkan Kahya, Mehmet Erikli ve Davut Bayraklı göründü Kadıköy sokaklarında. Gelenler, havada pus olduğunu anlamışlar ama pusun nedenini henüz bulamamışlardı. Ekip sarılıp kucaklaştıktan sonra mutat kitapçı gezisi ve sahaf turunu gerçekleştirdiler. Kitaplar alındı, bazı kitaplar ileri bir tarihte alınmak üzere not alındı, bazı kitaplar alınmamak üzere… Derken soluğu bir çay ocağında aldılar. Alınan kitaplar hakkındaki konuşma bittikten sonra Davut, Trabzon sporun şampiyonluğunu masaya bıraktı. Erikli topu gördü ve pas attı. Feyyaz ortama ayak uydurayım dedi ve pası gole çevirmek üzere tekrar Davut’a gönderdi. Davut bu, durur mu… Başladı Trabzon sporun tarihini anlatmaya. Anlattıkça rahatlıyor, yüzünde gülücükler açıyordu. Sulhi ise yerinde sessizce oturup bu muhabbetin ne zaman sonlanacağını merakla bekliyor bir yandan da ayağını istenmsizce sallayıp duruyordu. Birden elinde çiçeklerle Abdullah Karaca gözüküverdi. Meğer hepimize çiçek almak için gecikmiş. Davut gülerek “Hayırdır Karaca, çiçek mi yiyeceğiz?” dediğinde ekibin sert bakışlarını üzerine çekmişti. Karaca, Davut’a aldırmadan çiçekleri birer birer dağıtmaya başladı. Bir yandan Cemal Süreya’nın “Bir Çiçek” şiirini okuyordu: “Bir gemi bembeyaz teniyle açıklarda, / Güverteleri uçtan uca orman; / Aldım çiçeğimi şurama bastım, / Bastım ki yalnızlığımmış.” Davut sanki şiirden etkilenmiş gibi, “Sen ne diyorsun Karaca, en güzel şiiri Trabzon spor yazdı, görmedin mi?” deyip kahkahayı patlatıverdi. Karaca içten içe sinir olsa da cevap vermedi ve ilk gördüğü boş koltuğa oturup kendi içine gömülmeyi seçti. Gömüldükçe sessizleşti. O an Sulhi, Cemal Süreya’nın şiirini devam ettiriyordu: “Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni / Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”
Mehmet Erikli, sanki olacakları anlamış gibi Davut’a işaret ediyor ve susmasını salık veriyordu. Hiç oralı olmayan Davut “Dünya her zaman düzdü ve hep de öyle kalacak. Bazı yuvarlak insanlar dünyayı da kendileri gibi gördükleri için ona yuvarlak dediler. Mesele bu kadar basit aslında.” deyip tekrar kahkaha atmaya başladı. Adem Suvağcı da “Haklısın abi!” deyip uzay boşluğunun 944. katına doğru düşmeye başladığında Muhammed Furkan, bunlar ne diyor abi diye Sulhi’ye bakıyordu. Duruma daha fazla kayıtsız kalamayan Feyyaz “Yeter bu kadar geyik muhabbeti. Dün adliyede inanamayacağınız bir olaya şahit oldum dedi ve yaklaşık 58 dakika hiç susmadan konuştu. Retoriği iyi bildiğinden kendini dinlettiriyordu. Arada şiirler okuyor, divan şairlerine selam veriyordu. Derken Mehmet, Davut, Furkan ve Abdullah’ın telefonu aynı anda çalmaya başladı. Dördü de durumun garipliğine şaşırmış bir şekilde telefonlarına baktılar. Nedense gülümseyiverip telefonlarını açtılar. Sanki dördü de önceden sözleşmiş gibi şu dizeyi mırıldandılar: “Tamam canım, şimdi kalkıyorum” İşte tam o an Sulhi bir ah çekti… Masanın altına sakladığı “Ah kılıcını” çıkarıp sallamaya başladı ve önüne çıkan herkesin kalbine saplayıveriyordu. Evet evet kılıcı tüm arkadaşlarının kalbine saplamıştı. Dostluk imgesinden akmaya başlayan kan, şimdi sel olup çayocağını kana bulamıştı.
Sulhi, “Ah kılıcını” elinden bırakıp, oturduğu yerden geldiği gibi yalnız başına ayrıldı. Belki de saatler boyunca tek başına oturmuştu. Belki de, bütün ekip sıcak evlerinde çay içerken Sulhi Ceylan onları öldürmüştü. Belki de bu buluşma hiç gerçekleşmemişti. Devrim sadece bir hayaldi. Belki de devrimcilik, çoluk çocuğa karışana kadar can sıkıntısını gideren bir bahaneydi. Dostluk imgesi kanamaya devam ediyordu.
“Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.”
Edebifikir
7 Yorum