“Yenilgi Nedir?” dosyamızın altıncı yazısını Celal Kuru yazdı.
***
12-13
Galatasaray taraftarı olmama rağmen, Anadolu takımları ile oynarken, zayıf olanın yanında dururdum. İçten içe kendi takımımın yenilmesini arzulardım. Mahalle maçlarında güçsüz takımları yenmek beni hiç mutlu etmedi. Yani kazanırken de yenildiğimi hatırlıyorum.
14-15
Böyle basit yenilgilerle ergenlikten kurtulup delikanlılığa adım atacağım ilk yıllarda Afganistan yenildi. Ardından Irak. Herat ve Bağdat, iki dünya incisi, o güzelim şehirler harabeye döndü. Bu yenilgi hiç bitmedi. Kahire, Şam, Mekke, İstanbul, Bursa, Diyarbakır, Erzurum kendi içinde yenildi. Bu şehirler bir ucubeye dönüştü. Yeryüzünde aidiyet beslediğim bir şehir kalmadı. Belki de dünya üzerindeki en büyük yenilgi, kendini hiçbir yere ait hissetmemekti.
Kendimi bildiğimden beri hiç zafer haberi alamadım. Aynada da muzaffer bir çehreye rastlamadım. Hep bir mağlubun çizgileriyle sohbet ettim. Yenilgi bir uzuv gibi yüzüme yapışmıştı âdeta. Ne yapsam söküp atamıyordum. Eylemde bulunamıyor, sürekli maruz kalıyordum.
Benim için hayat, yenilgilerin toplamıydı. Dış dünyada bunlar olurken, iç dünyamda, yakın çevremde neler oluyordu? Bu yekûnun arasında beni en çok sarsan, ilk yenilgiyi neydi? Nerde kaçırmıştım ipin ucunu? Bir çığa dönüşen bu kartopunu ilk ne zaman yuvarlamaya başlamıştım? Bu sorulara cevap aradım günlerce.
16
Gavs-ı Kasrevî hazretlerinin Sohbetler kitabını okuyordum. İlmin faziletini anlattığı her sohbette evden kaçma, bir medreseye gitme fikri bir çınar gibi büyüyordu kalbimde. Lâkin buna cesaret edememiştim. İnsan için en büyük talihsizlik, korkaklıktır. Hem korkaklık, tedavisi olmayan bir hastalıktır. Belki o ân bir şecaat gösterseydim, konforuma yenik düşmeseydim şimdi bambaşka şeyler yazıyor olabilirdim.
17-24
Hatırlamıyorum. Sanki hiç yaşanmamış.
25-30
Kitaplar. Okurken de tercihim hep ezeli mağluplardan yana oldu. Kafka, Cioran, Zweig, Unamuno… Zamanın tanığı olmak için yazmayı bırakanlar, derin bir sessizliğe gömülmek isteyip de beceremeyenler, yenilgiden dönerken ne yapacağını bilemeyen, onulmaz bir telaşeyle anlık feveran edenler, ardından da hiçbir şey olmamış gibi bir köşeye tüneyenler alâkamı cezbetti hep. Camus’yla de hep muallak bir sohbetimiz oldu. Ölümü bir intihar mıydı, trafik kazası mı bilemediğim için mesafeli durdum. Hiçliği savunup da intihar etmeyen ya da delirmeyen adamlar bana hiç samimi gelemediler. Sürekli bir anlam arayışı içinde yüreğini kanırtan, içten yaralı gâvurlardı.
İkinci yenilgi
Bu yıllar arasında iki kez yenildim. Tuşlu telefondan Android’e geçince olanlar oldu. Ve bu yenilgi ehline malumdur. Herkesin içine dönüp bakması yeterlidir. Hakkında ne yazılsa eksiktir. Belki de yenilgi, yapay zekânın insana “ben robot değilim” dedirtmesidir.
30-34
Tembellik. Bu mesele hakkında bir şeyler yazmaya üşeniyorum.
35-36
Otuz beş yaşıma girdiğimde büyük bir hüsran yaşadım. Geçmişimi yitirdim sanki. Aylarca kimseyle konuşmadım. İnsan her beş yılda bir zamana yenildiğini ve bu yenilgini galibi olamayacağını ve vaktin oğlu olmayınca bir hiçlik içinde bocaladığını ve kırk yaşında daha büyük bir yenilginin beklediğini fark ettim ve yeni yenilgileri beklemeye koyuldum.
Sonuç Yerine
Son bir iki seneye kadar hafızam bir fille güreşebilirdi. Şimdi ise bir balıkla cedelleşecek gücü yok. Yaşım ilerliyor ve hafızam git gide zayıflıyor. Züğürt tesellisi olarak, belki faydası olur diye telefondan satranç oynamaya başladım. Günde üç öğün yapay zekâya yeniliyorum. Ver her yenilginin sonunda Zweig’ın, Czentovic’e söylettiği “Yazık, hamle hiç de o kadar fena değildi. Bir amatör olarak bu bey olağanüstü yetenekliydi.” cümlesini duymak istiyorum ama nafile.
Zeyl
Kötü bir yazı oldu. Yazmaya yenildiğim gibi belki bir gün yazmamaya da yenilirim ve derin bir sessizliğe bürünürüm.
Celal Kuru
4 Yorum