“İsmet Özel’de Türklük Kavramı” dosyamıza Mücahit Emin Türk kapsamlı ve derinlikli bir yazısıyla katıldı.
“Türklük, ne bir kültürün adı ne de bir ırkın adıdır; Türklük ancak tarihî bir roldür.”
***
Bilhassa 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yazdığı nesirlerde işaretlerini verip 1990’lardan itibaren tebarüz ettirdiği fikirleriyle İsmet Özel, Türkiye’de sıhhatli bir millet hayatının teşekkülünün ve millet inşasının yollarını tespit etti. 1963’ten itibaren siyaseti ve şiiri kendisi için bir tavır edinme ve şahsiyet geliştirme sahası olarak seçen İsmet Özel, bilhassa 1977 yılından itibaren neşrettiği yazılarla nesir sahasında, kazandığı dertler için dert ortağı arama yolunu tuttu.
Şiiri, insanı araştırmak için bir saha olarak düşünen ve seçen İsmet Özel, bu tercihin bir neticesi olarak içinde yaşadığı milletin şairi olmanın ve beraber yaşadığı insanların arkasında olduğu bir şiiri ortaya koymanın bahtiyarlığını yaşamıştır. Öte yandan, yazdığı nesirlere mensup olduğu milletin ve bu milletin vatan tuttuğu Türkiye’nin varlık şartlarını muhafaza etmesi için de istifade edilebilir bir sarahat temin etmiştir.
On altı yaşındayken Jules Romains adlı Fransız romancının “Dirilen Şehir” kitabında yer alan “Midesine indirdiği her lokmanın karşılığını o topluma geri iade etmeyen, vermeyen kişi o toplumda asalaktır.” cümlesinden çok etkilenen İsmet Özel, samimiyetle bu cümleyi kendisine ilke edinmiş ve ömrü boyunca bu cümleye sadakat göstermiştir.
Türkiye’nin, bilhassa 19. ve 20. asrı boyunca karşı karşıya kaldığı yerlilik, batı, ilerleme, kimlik, sosyal sınıf, medeniyet, teknoloji gibi kavramlar etrafında oluşan kaosa verilmiş bir cevap olarak da okunabilecek İsmet Özel hayatı, şiiri ve fikri bize her bakımdan istifade etmeye müsait bir imkân vermektedir. En başta İsmet Özel, içinden çıktığı topluma karşı hissettiği mesuliyet ve sevgiyle bize büyük bir itimat telkin etmektedir. İsmet Özel’in yazdıkları ve konuşmaları ile muhatap olduğumuzda en yakın arkadaşımızın, bizim için menfaatsiz ve hesapsız bir şekilde getirdiği haberle muhatap olduğumuzu rahatlıkla hissedebiliriz.
İsmet Özel, Türkiye’deki devlet pratiği düşünüldüğünde hiçbir zaman bu çok güçlü bir merkez olma ve tesir sahasındaki her şeyi kapsama gücüne sahip mekanizmanın parçası olmaması ve onunla uzlaşmamasıyla çok temiz bir mevkii elinde tutmayı başarmıştır. Onun sosyalist saflarda bulunması, İslamcı çevrelerde yer alması ve bunları rahatça terk edebilmesi, bir bakıma devletle olan bu mesafesinin de ürünüdür. İsmet Özel, devletle uzlaşmadığı gibi devlet tarafından devşirilmeye müsaade etmemesiyle önemli bir kıymetin sahibi olmuştur. Denebilir ki İsmet Özel’in halkın içinden çıkıp devşirilmeden dünyayı, Türkiye’yi, insanı, hayatı ve varlığı araştırması ve titizliği temkin edinmiş bir sahayı elde tutma çabası kendisinden sonra benzer bir maceraya girmiş insanlar için, bizler için faydalanacak bir tavır, bir gıda olmuştur.
Sahip olduğu bu kıymet ve gösterdiği sadakatin yönü hesaba katılırsa İsmet Özel’in 80’lerin sonundan itibaren vuzuha kavuşturduğu Türk milleti, Türkiye ve Türkçeyi anlama şekli, sadece onun şahsî uyanışı değil bizler için bir imkân olma hususiyetini de taşıyor.
Bu minvalde İsmet Özel’in Türkiye’den, Türkçeden ve Türklükten anladıklarına bakarak bu tasavvurun, Türkiye’ye pratik olarak hangi faydaları temin edebileceğini görmeye çalışalım. Belki böylece bu konuda sorulan birçok soru anlamsız, yersiz hâle gelebilir. Bu işe girişmeden önce şunu ifade etmekte yarar var: İsmet Özel’in ortaya koyduğu anlayışın bir ideologluk, bir teorisyenlik, bir felsefe ya da bir sistem olmadığını bilhassa söylemiş olalım.
“Kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir.” tarifini esas aldığımızda Türkiye’nin başka ülkelerle, başka milletlerle münasebetinin nasıl bir hattı takip edeceği hususunda bugünden yarına değişmeyecek net bir hat temin etmiş oluruz. Başka milletler karşısında hangi hususiyetle var olduğumuz konusunda bizim kendimizin zihninde berraklık oluşmuş olur. Böylece bir İngiliz’in, Fransız’ın, Japon’un, İranlının ya da Arap’ın karşısında ne olarak bulunacağımız ve dahası onların aslında bizi nasıl tasavvur ettikleri konusu açıklığa kavuşmuş olur. Kâfirle çatışmayı göze alan bir Müslüman topluluk, diğer Müslüman toplulukların bakıp istifade edecekleri bir siyasî pozisyonu net olarak görmüş olurlar. Böylece kendine hayrı dokunan bir Müslümanın, diğer bir Müslümana nasıl hayrı dokunabileceği konusunda elimizde bir netlik oluşmuş olur.
Türkiye’de etnik unsurlar, Türkiye’nin lehine bir iş tutmak isteseler, bunu nasıl yapacakları konusunda önlerinde hiçbir örnek yoktur. Çerkezleri ele alalım. Çerkezler, kendi içlerinde hangi etnik gruba dâhil iseler onun dilini veya lehçesini öğrenmek, sadece birbirleriyle dayanışmak ve bir gün Kafkasya’ya dönmek konusunda bütün enerjilerini sarf etmektedirler. Fakat son yüz – yüz elli yıldır Türkiye’deki Çerkezler bu topraklarda bulunarak hayatlarını devam ettirme imkânı bulmuşlardır. Müslüman oldukları için dün yaşadıkları topraklardan sürülmüşler ve Türkiye, onların hicret ettikleri yer olmuştur. Tıpkı Balkanlardan göçen Müslüman unsurlar gibi. Şimdi Çerkezlerin sahip oldukları enerjiyi, birikimi aynı cehtle Türkiye için sarf ettiklerini düşünelim. Böyle yaptıklarında hem Müslüman oldukları için hicret yerleri olan Türkiye’ye vefalarını göstermiş hem de 200 yıldır Müslümanların tasallutu altında olduğu Haçlı saldırısına karşı Müslümanlıklarının gereğini yapmış sayılmazlar mı? Bu durum onları “Kâfirle çatışmayı göze alan” kimse sınıfına sokmaz mı? Çerkezlerin son yüz elli yıllık tarihi, onların Müslüman oldukları için zulme uğradıklarını apaçık bir şekilde gösteriyor. Türkiye’deki Çerkezler, “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman” olmak ilkesine sadakat gösterseler tarihî maceralarına aykırı mı davranmış olacaklar? Elbette hayır! Fakat Türkiye’nin millî hedefler bulunmadığı için ve Türkiye’nin tek kendine mahsus, kendinde bulunan, tabi kültürel değeri olan İslâm ile de insanların irtibat kanallarının kesilmesi yüzünden Çerkezlerin Türkiye’nin lehine bir faaliyetler manzumesi gütmesi mümkün olmayacaktır.
Türkiye’deki pek çok etnik unsuru yukarıda yaptığımız gibi, benzer şekilde ele alabiliriz. Türkiye’nin, dünyadaki siyasî varlığının meşruiyet kaynağı Lozan Anlaşmasıdır. Bu anlaşmada, Türkiye’de insanlar için esas olarak kabul edilen iki sınıf var: Müslîm ve gayr-ı Müslîm olmak. Tarihî vakıaların seyri bu durumu tabi kılmıştır. Osmanlı Devleti, dünyadaki bütün Müslümanların mümessiliyken, İslam’ın siyasî organizasyonu ve askerî gücüyken yıkılmıştır. Bu vâkıa meydana gelirken de Balkanlardaki ve Kafkaslardaki Müslümanlar, Osmanlı Devleti hangi sebeplerle yıkılıyorsa aynı sebeple yerlerinden edilmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye’ye gelen Boşnak, Arnavut, Çerkez, Çeçen, Tatar vb. unsurlar; geldikleri yerde kendileri gibi Müslüman olan Avşar, Varsağı, Türkmen, Yörük, Kürt, Zaza vb. pek çok unsurla karşılaşmışlardır. Bütün bu toplulukların aynı zulümle yüz yüze gelmeleri, aynı saflarda bulunmalarına sebep olmaktan başka ne yapabilir?
Türkiye Cumhuriyeti ilan edildiğinde yukarıdaki paragrafta sıraladığım pek çok etnik unsur, Türkiye adını alan ülkenin sınırları içerisinde Müslüman oldukları için ve savaş, kıtlık, göç gibi pek çok sıkıntıyı, acıyı çektikten sonra bir arada bulunuyorlardı. Mîsak-ı Millî hudutları tespit edilirken Müslümanların yaşadıkları bölgeler esas alınmıştı. 13. asırdan beri Türkiye’nin hâkim unsuru Müslümanlar olmuş ve tarihî vakıalarla Türkiye’nin siyasî ve sosyal yapısı Sünnîlik ile tahkim edilmişti. Lozan’da da bu realite üzerinden aslî unsur Müslümanlar olarak benimsemişti. Bütün bu gelişmeler yeni kurulan Türkiye’nin hakikatli bir siyasî ve sosyal yapı için zemin bulduğunun işaretidir.
Modern dünya içerisinde ilk millet olma hususiyetine Fransızlar kavuştu. Daha sonra da Almanlar, modern dünya içerisinde bir millet vasfına ulaşabildiler. Seferberlik ve akabindeki İstiklâl Harbi, modern dünya içerisinde sahici dayanakları bulunan üçüncü bir milletin doğuşuna yani Türklerin modern dünyada bir millet olarak doğuşuna şahitlik etti. İstiklâl Marşı da bu doğuşun belgesi olarak tarih kayıtlarına girdi. Türkiye’ye gelen Kafkas ve Balkan göçmenleri ve bu gelenlerin Türkiye’de bulduğu unsurlar da modern çağın bu üçüncü milletinin unsurları oldular. Modern çağda yükselen Batı Medeniyetinin karşısında yer alarak, taraf olarak Almanlar ve Türkler, sahip oldukları vasfı pekiştirdiler. İstiklâl Harbi verilirken Türkler için “Medeniyet düşmanı Almanlara uşaklık eden Türklerin yaşama hakkı yoktur!” diyordu İtilaf Devletleri. İstiklâl Marşı, buna, “Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diyerek yanıt verdi. Müstemleke hâline getirilememiş tek İslâm toprağında Müslümanların bin yıllık mümessiliğini yapmış Türkler, modern çağda da İslâm’ın sosyal ve siyasî bir varlık göstermesinin teminatı olmuş oldular böylece. İşte bu tarihî hakikat, Türkiye’deki bütün kabilelerin, boyların, aşiretlerin, etnik unsurların bütün dünyada kendilerini kabul ettirebilecekleri bir aidiyet olarak Türk milletini tebârüz ettirdi.
“Kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir.” kaidesini esas aldığımızda Avrupa’da “Şark Meselesi” (The Eastern Question) ya da “Türk Meselesi” (Turkish Question) ismiyle ele alınan siyasî programın baş muhatabı hâline gelmiş bulunuruz. On dokuzuncu asırda bu konuda kaleme alınan pek çok makale ve kitap adının yukarıda zikrettiğim iki terkipten birini taşıdığını görürüz. Avrupalılar için mesele olan, sorun olan bu işin arkasında “Türk Korkusu” var. Bu tarihî seyir, elbette “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman”ı bugün Avrupa Birliği’ne üye olmak dediğimiz gülünçlükten hemencecik kurtaracaktır. Böylece Türkiye için pratik olarak hemen bir siyasî güç, çaba israfı ortadan kalkmış olacaktır.
“Kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir.” kaidesi, “Modernlik, Anti-Türk bir vakıadır.” sözüyle birlikte ele alındığında Türkiye için kendine mahsus bir hayat tarzı elde etmenin muhkem bir kavrayışın önü açılmış olur. Böylece Türkiye’nin tarih içindeki ve dünyanın mevcut hâlindeki yeri hakkında fikir sahibi oluruz. Hikâyedeki yerimizi görürüz. Modern bilimin, bize biçtiği dar kıyafeti görebiliriz. Dünyadaki mevcut hayattan başka bir hayatın mümkün olduğunu gösterebilecek bir çaba insanlık için de belirginleşmiş olur. Kapitalist ilişkilerin dışında bir iktisadî ve sosyal hayatın Türkiye’de tecrübe edilebildiğini görmek için gözümüzün önündeki engel kalkmış olur. Sadece “Coğrafi Keşifler” ve “Sömürgecilik Faaliyetleri”nin değil aynı zamanda modern bilimin de Türk baskısı altında, Türklere karşı geliştirildiğini fark etmek Türkiye için başka bir akıl düzeninin mümkün olabileceğini ve dünyada bunun başarılabilmesinin de ancak bizim sahip olduğumuz tecrübeye sahip olanların gerçekleştirebileceğini anlamış oluruz.
Ezcümle, “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir.”, “Modernlik, Anti-Türk bir şeydir.”, “Türklük, ne bir kültürün adı ne de bir ırkın adıdır; Türklük ancak tarihî bir roldür.” ve “Türkiye’yi Türk’ü yapmıştır; Türk, Türkiye’yi yapmıştır.” sözlerinin işaret ettiği sadece köklü bir tarih felsefesi değildir. Aynı zamanda Türkiye için bir gelecek aranacaksa bunun neyde olduğunu gösteren kuvvetli birer delildir. Bu esaslar, canı gönülden bütün Türkiye’de benimsendiği takdirde Türkiye için 10-15 yılda toparlanma vesilesi olacaktır. Türkiye’nin geleceği için Türk’ü ve Türkçe’yi geri almak gerekiyor. Unutmayalım ki “Harf Devrimi” Türkiye’nin geçmişinden çok geleceğini elinden almıştır. İşe, İslam harflerini geri almakla başlayabiliriz. Önce millet devleti hizaya getirecek akabinde hizaya sokulacak çok muhatap var.
İsmet Özel dosyasının diğer yazıları:
33 Yorum