“Öteki” dosyamızın yedinci yazısını N. Cihan Karakurt kaleme aldı.
***
“Tanıdığımızı sandığımız insanlarla burun buruna yaşıyoruz.
Sonra tek bir olayın yaşanması yetiyor,
ansızın apayrı bir insan olduklarını anlamamız için.”
Marcel Proust
Ötekinin kim ya da ne olduğuyla ilgili rivayet muhtelif. Gözlerimi sayıca bizden çok olduklarına inandığım, sırtındaki görünmezlik pelerinini bir türlü atamayan, azınlıkların tahakkümünde hayatlarını idame ettiren, hayatımızın içinde epeyce somut ama bir o kadar da hayali kıldığımız ötekilere çeviriyorum bu yüzden, muhayyel ötekilere.
1.
Öteki kavramıyla veya ötekilerle münasebetimiz onları adlandırırken başlıyor esasında. Bize benzemeyenlere hayatımızın bir anında, bilerek ya da bilmeyerek, kimi zaman kabullenmeden kimi zamansa acıyarak ve yüksek sesle öteki deriz. Göremeyen, işitemeyen veya konuşamayanlara isim veririz mesela. Öyle yapmamız gerekir. Diğerlerine topal, çolak, deli, cinli, fakir, köylü, ezik, saf sıfatları takarız. Modern dünyanın “ben”i taviz vermeden bir arada tutmaya çalıştığını bilerek yaparız bunu. Havada uçuşan küçük parçalar gibi gözümüze battıklarında rahatsız oluruz. Bir yer tayin ederiz onlara ya da bir sınır belirleriz. Mesela açlık sınırıdır bu. O sınırın altında kalanlara karşı bir bilinç geliştiririz. Onları sıralarız sonra bir güzel. Bazılarını en tepeye koyarız, şerefleri vardır, lütfederiz. Bazılarını basamak basamak yerleştiririz, üstlerine basmak için. Seslerini çıkarmaya başladıklarında daha kuvvetli vururuz tabanlarımızı. Kendimizin de öteki olabileceğimiz aklımızın ucuna gelmez. Ya da onları adlandırarak öteki olma ihtimalinin yıkıcılığından kaçarız. Böylece öteki olmadığımızı bilmek bizi rahatlatır. Derin bir nefes alırız. Ayağımız yere sağlam basar. Gıcırdayan bu çarkın içinde “ben”e eşlik eden “sen” de bize garip gelmez. Çünkü “sen”, “ben”e uyumludur. Evin çocuğudur. Sağlam dişliler birbirini üzmez. Birbirlerine ne de güzel bakarlar hatta! Gözleri dışarıya kaymasın diye ilmek ilmek çalışılmıştır. Diğerlerine ise “o” diye sesleniriz. Onları olağan, bizden görmeyiz. Çarkı bozacak kadar kırılgandırlar. Ama biz sağlamız ya gerisi mühim değil.
2.
Ötekini adlandırmakla başlayan münasebetimiz bir sonraki safhada çizgisini şaşar. Adlandırmak, sadece bir farkındalık oluşturmaz çünkü. Aynı zamanda mesafe ve ayrım inşa eder. Öteki, asıl bu adlandırma sayesinde belirginleşir, dışlanır, ötekileşir. Her adlandırma, aslında bir yok saymadır. Çünkü ötekinin gerçekliği, onun adıyla birlikte buharlaşır. Hayali kılınır. Bir bütün olmaktan çıkar, parçalanır. Mesele parçalanmaksa parçalanmışlıklar, bölünmüşlükler; bunlar yaratılışta olan şeyler. Ama dünya, bu parçaları zorla birbirine yapıştırmaya çalışır ve bunu yaparken acımasızdır. Her birimizi, o kusursuz ve tamamlanmış bütüne zorlar. Farklılıklar, aykırılıklar bu büyük düzenin içinde imha edilir. Yabancılara yer yoktur artık. Kutsanan bütünde öteki ayakta kalmıştır.
Adlandırmadığımız ötekiye gelirsek; o, ötekini adlandırdığımız yerde başlar. Bir başkasına öteki dediğimiz ya da insani tavırla ötekileştirdiğimiz yerden. Onlarla eşit şartlarda sahneye çıktığımızı, farklılıkların son derece tabii olduğunu, “kimiz” diye kendimize sormayı unuttuğumuz yer orası. Bauman’ın ifadeleriyle: “Biz ancak biz olmayan ötekiler, “onlar” varsa biz oluruz; ve onlar da hep birlikte, bir bütün olarak grup oluştururlar, bunun tek nedeni de onların aynı öznitelikleri paylaşmalarıdır: Onların hiçbiri “bizden biri” değildir. Kavramların ikisi de (biz ve onlar) kendi anlamlarını, çizdikleri ayrım çizgisinden türetir. Böyle bir bölünme olmaksızın, kendimizi “onlar” karşısına koyma ihtimali olmaksızın, kendi kimliğimizi adlandırmada zorluk çekeriz.”
Zygmunt Bauman’ın yabancıya bakışı farklıdır. Ona göre yabancı ne tamamen dışarıda ne de içeride olan; sınırda, arada kalmış bir figürdür. Yabancı, bizim tam anlamıyla kabul edemediğimiz, ancak dışlamaya da cesaret edemediğimiz varlıktır. Tanıdık bir tehdit, belirsizlikten doğan bir huzursuzluk uyandırdığı için böyledir. Öteki bu anlamda yabancıya dönüşen bir kimlik kazanır nazarımızda. Ne tamamen bir parçamız olarak kalır ne tamamen bizden uzaklaşır. Yersiz yurtsuzdur. Oysa Bauman’ın ‘ötekiler varsa biz de varız’ ifadesi ötekine masum bir bakış atarken, bizim ötekine öteki gibi bakamıyor oluşumuz hikâyemizin eksikliğidir.
3.
Şimdi, bir hikâye nereden doğar? Elbette birçok farklı etken vardır ve bu yazarına göre değişir. Ama bir hikâye en çok başkasına bakmaktan doğar. Başkasına bakmadan duramayız. İyi biliriz. İşte burada, içimizde ufak bir yer açmaya tenezzül etmediğimiz yurtsuz ötekilerle yolumuz, adlandırma ve net bir dışlamanın sonucunda yeniden kesişir, kesişmelidir. Onları yavaş yavaş hikâyelerimize dâhil etmemiz gerekir. Sartre’ın “Bulantı” romanındaki karakteri Roquentin’e ait bir ifadeyle: “Kişioğlu hikâyecilikten kurtulamaz, kendi hikâyeleri ve başkalarının hikâyeleriyle yaşar.”
Varlıklarını bildiğimiz ama yine de hâlâ bir hayal gibi taşıdığımız ötekilere bakışımız farklılaşır bundan sonra. Hepimiz bir başkası için ötekiyizdir zaten. Çünkü herkesin dışlanmış bir tarafı vardır. Ötekini anlamaya başlamak, kendimizi görmeye cesaret etmek sayılır bir bakıma. Onların hayatlarına şahitlik etmek kendi hayatımıza hastalıklı bir şekilde saplandığımız gerçeğini gösterir bize. Mehmet Erikli’nin “Herkesin İçindeki Adam” öyküsünde geçen bir cümledir şu da: “Önemsiz insanlar hikâyelerimize girdiği günden bugüne kadar ne tuhaf hayatlar okuduk.”
4.
Öykü ve roman da ötekine bir şekilde ulaşabilmeyi ve hatta onunla yüzleşebilmeyi mümkün kılar. Ötekileri muhayyel olarak ele aldığımızda onlara bir hikâye öreriz. Onlara olası geçmişler, şimdiler ve gelecekler yakıştırırız. Hayatlarına girişler uydurur, hikâyelerinin gelişimini kendi algılarımıza göre kurgularız. Sonuçlar onların değil, bizim onlara uygun gördüğümüz sonlardır. Gerçekte kim olduklarını, hangi acıları taşıdıklarını bilmesek de, onları bizim zihnimizde canlandırdığımız biçimiyle yazarız. Bu yönüyle başkalarının hikâyelerini onlar yazamıyorken yazmak utanç vericidir aslında. Fakat onları yazarken aramıza çektiğimiz kalın çizgiler bizi de o sınırların içinde sıkıştırdığından hesaplaşma için bir imkân doğar. Kendimizi korumak için o duvarları yükselttiğimizde bir parçamızı da dışarıda bırakırız. Onun hikâyesini anlatırken, aslında kendimizin yarım kalmış, dışarıda bırakılmış bir yönüne dokunuruz. Bu noktada ötekiyle sadece yazar yüzleşmez, okur da kendi ötekisiyle hesaplaşır. Bir anın ya da durumun içine sızarak ötekiyle doğrudan bir temas kurar.
Dolayısıyla öteki anlamını edebiyatta bulur ekseriyetle. Çünkü öteki, edebiyat için hiçbir zaman öteki değildir. Edebiyat, ötekine siyasetin etiketlediği bir kavramla bakmaz. Hatta ötekini anlamlandırmaya çalışırken bu kavramı ödünç de almaz. Onun yerine mağdur, mağlup, çaresiz, yaralı, başarısız, umutsuz, aciz gibi ifadelerle dokunur ona. Bu ifadeler, onları bir kategoriye sokmak için kullanılmaz. Aksine ötekini insanlaştırmak, acısını görünür kılmak ve aslında onun da bir bütünün parçası olduğunu göstermek için dikkatle seçilir. Edebiyat herkesin için eşit olduğundan, insanı ortak bir zeminde buluşturan bir köprü vazifesi görür. Modern dünyanın ötekiyi dışlayıcı bakışına rağmen edebiyat tüm sınırları ortadan kaldırır.
5.
Edebiyat insanın karanlık yanlarına tamamen ışık tutar mı, tartışmalı. Fakat bu karanlık yanların en derininde başkalarını nasıl gördüğümüz, onlara nasıl baktığımız var. Öteki olarak nitelendirdiklerimiz, kendimizden farklı bulduğumuz ve dışladıklarımızı yeraltından çıkarma sorumluluğumuz var mı? Soru bu. Ya da çok uğraşmayalım, bırakalım öteki bu kimliğinden feragat etsin.
N. Cihan Karakurt