“Muhalif Olmak” dosyamızın ilk yazısı İbrahim Orhun Kaplan’a ait. İsmet Özel’in Osmanlı hakkındaki eleştirilerini değerlendiren bu doyurucu ve oylumlu yazı ile birlikte her gün bir dosya yazısı yayımlayacağımızı da hatırlatmış olalım.
***
Giriş
İç dinamikleri mucibince, temelinde eleştirinin bulunduğu muhalif tavır, bünyesinde birçok değişken unsuru barındırır. Muhalifliği çözümlemek, bu veçhile farklı izahlar gerektirir. Bu sebeple hadiselerin eleştirilmesinde benimsenen tavrın tespiti, muhalifliğin çözümlenmesi açısından önemlidir.
Eleştiri, hadiseleri belirli ilkeler çerçevesinde, bir dünya görüşünü referans alacak şekilde yapılabileceği gibi herhangi bir ölçü gözetmeden, doğrudan zihinsel bir faaliyet olarak iyi ya da kötü, faydalı ya da faydasız her mesele karşısında olumsuz tavır sergilenerek de yapılabilir. Dolayısıyla muhalefet edenler arasında ilkelerden hareket edenlerle, ilkesel duyarsızlığı benimseyenler arasındaki ayrımı belirlememiz gerekir. Çünkü muhalefet eden ile edilen arasında karşıtlıkların mücadelesi söz konusudur. Kimin neye hangi amaçla karşı olduğunu, bu ayrımla dikkate alır, meseleyi değerlendirmeye çalışırız.
Muhalif olmayı, Osmanlı’ya yönelik eleştiriler kapsamında ele alacak olursak, bu eleştirilerin temelinde Osmanlı’nın modern dünyanın aldığı şekle uyum sağlayamamasının yer aldığını söyleyebiliriz. Genellikle Osmanlı, bu uyumsuzluğu üzerinden eleştirilir. İsmet Özel gibi düşünürler ise meseleyi modern döneme uyumsuzluk üzerinden değil, Müslümanca yaşamın önündeki engeller açısından ele alır.
Özel’in Osmanlı hanedanının siyasî, iktisadî ve sosyo-kültürel çeşitli faaliyetlerine yönelttiği eleştiriler, bu noktada anlam kazanır. O, günümüz Türkiye’sinde duygusal yaklaşımların neden olduğu dokunulmazlık sınırlarını aşıp, toplumun tarihsel konfor alanına sert giriş yaparak, Osmanlı dönemindeki değerlendirmelerini İslamî mücadele çerçevesinde ele almıştır. Eleştirilerinin en tutarlı yanı, Müslümanca yaşamın ilkeleri ve toplumsal menfaatin göz ardı edilmesiyle yürütülen işlere yönelik olmasıdır. Yani onun için ulaşılması, sağlanması ve tertip edilmesi gereken ideal bir İslamî düzen vardır ve bunun aleyhinde gerçekleşen her şey eleştiri konusudur. Bu bakımdan Özel’in eleştirilerini Osmanlı bağlamında değerlendirirken hanedanın menfaatleri ile Müslüman toplumun geleceği hususundaki ayrımların birbirine karıştırılmaması gerekir. Bu ayrımı Özel’in “Osman’dan Vahdettin’e bir ihanet kültürü” ifadesinde, isimleri özellikle belirtmesinden anlayabiliriz. Kısacası Osmanlı eleştirilerinin hedef noktası, siyasi iradenin zihin yapısı ve bu yapının eylemlere yansıyışıdır. Bunu temellendirmek için çeşitli örnekler üzerinden ilerleyen Özel, bu tekil örnekleri bir zihin yapısı olarak ele alır ve Müslüman karakterine uygunluğu nispetinde anlamlı/anlamsız görür. Bu açıdan maslahat icabı değerlendirmelerden uzak durarak, keskin yargılarda bulunma yoluna gider. Bu keskinlik, herhangi bir düşünsel problemi tevil etmek olarak değil tamir ve tadil etmek olarak karşımıza çıkar.
Özel’in bu keskin tavrı, muhafazakâr-sağ kitleler tarafından tepkiyle karşılanır. Takip edebildiğim kadarıyla bu tepkiler, Özel’in eleştirilerindeki bağlamın tespit edilmemesinden ileri gelir. Onun Osmanlılar hakkındaki ifadeleri, hanedanın zihniyet yapısı üzerinden gelişir ve aşağıya doğru iner. Bu belirliliğe rağmen söz konusu kitle, eleştirilerin topyekûn Osmanlı Devleti ve toplumuna yönelik olduğu zannına kapılır. Oysa hanedan ile toplumu; devletin işleyişi ile devlet erkanını ayrı ele almak gerekir. Çünkü hanedan, özü itibariyle siyasi saiklerle hareket ederken, toplum da yapısı gereği dini duygularıyla hareket eder. Bu ayrımın sınırları en belirgin hâliyle II. Mahmud zamanında tebarüz eder. Toplumun meseleye bakış açısının temelinde gavura benzememek yer alırken siyasi idarede bunun bir karşılığı olmamıştır. Padişah, “devletin bekası” için hareket ederken, toplum bu durumun Müslümanca yaşam üzerindeki tezahürlerine odaklanarak onu “Gavur Padişah” ilan eder.
İsmet Özel’in “Osmanlı” Eleştirilerinin Temel Gerekçeleri
Yukarıda Özel’in Osmanlı dönemindeki değerlendirmelerini İslamî mücadele çerçevesinde ele aldığından bahsetmiştim. Konunun anlaşılması için Özel’in değerlendirmelerinde merkeze aldığı İslamî mücadeleden bahsetmekte fayda var. Ona göre, bu mücadele, insanların kendilerini Allah’a teslim etme ve üzerlerinde sadece O’nun egemenliğini mümkün kılma çabasından başka bir şey değildir. Özel, bunun dışında geçerli bir mücadelenin olmadığını düşünür. Aynı zamanda Müslümanların bu mücadeleyi, Cenab-ı Hakk’ın hâkimiyeti dışında hiçbir tahakkümü kabul etmeme “arzusuyla” yürüttüklerini diler getirir ve bu arzunun zorunluluk ile değil gönüllülükle olan ilişkisine işaret eder.
Müslümanların bu itkiyle gündelik eylemlerini ve toplumsal yaşantılarını belirlemesi, bunu da yalnızca Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına dayandırarak yapması, aksinin düşünülemeyeceği bir durumdur. Özel, bu ölçü üzerinden medeniyet kavramını da değerlendirir ve Osmanlı hakkındaki eleştirilerini, medeniyet kavramının modern zamandaki karşılığına göre sistemleştirir. Esasen “medeniyet” zaten modern bir kavramdır. Özel’e göre medeniyet, insanların kendi hayatlarını, kendi elleriyle oluşturdukları kurumlar aracılığıyla yönlendirme arzusu ise Müslümanlar tarafından reddedilmesi gereken bir kavramdır. Çünkü ona göre medeni kurumlar, kolaylıkla putlaştırılabilecek özelliklere sahiptir. Fakat, medeniyetin getireceği yaşam biçimi tam anlamıyla İslamî bir yaşamı ifade ediyorsa, bu sefer de Özel tarafından, kavramın kullanılması yersiz ve gereksiz bir çaba olarak görülür. Dolayısıyla Özel için İslamî mücadele, Cenab-ı Hakk’ın egemenliği dışında bir güce boyun eğilmemesi anlamına gelirken, medeniyet, insan eliyle icat edilen kurumsal yapıların bu egemenliği yok etmesi demektir. Modern bir kavram olarak medeniyete verdiği anlam ile eleştiri oklarını Müslümanları temsil ettiği kabul edilen siyasî figürlere ve yer yer ulemaya yöneltir.
Onun, Müslümanların kurduğu ve idare ettiği hanedan temelli devletlerin işleyişine yönelttiği sert eleştirilerin merkezinde bu düşünce yatar. Onun “Osmanlı bir ihanet kültürüdür” ifadesi, esas itibariyle hem şer’i hükümlerin devlet lehine yönlendirilmesi ve biçimlendirilmesi hem de siyasetin toplumu kendi çıkarlarına göre dizayn etmesine yönelik bir genellemedir. Vakıaları tevil etme yoluna gitmeyerek yaşananlar üzerindeki sis perdesini ortadan kaldırır.
Özel’in muhalifliği, bu yönüyle şeffaf muammadır. Aslında açık seçik anlaşılabilecek manaları, tek tip yargılar içeren biçimde ifade ederek kafa karışıklığına neden olur. Fakat yargılarının altını boş bırakmaz. Nitekim bu ifadelerinde açıklamalarını yapmış ve çeşitli biçimlerde dile getirmiştir. Ancak bu meseleler toplumda karşılık bul-a-maz. Bu da genel olarak dindar-muhafazakâr bilincin son yüzyılda maruz kaldığı propagandalar nedeniyle anlaşılabilir bir durumdur. Özellikle son yüz yılımız, karşıtlıkların yüzyılıdır. Bu karşıtlıklar içinde her iki dünya görüşü de kitleleri için duygusal manipülasyon niteliğinde söylemler üretmiştir. Siyasi olarak Müslümanların örgütlenmesinde rol oynayan politikacı ve onların kanatları altındaki ideologların eseri olan bu manipülasyonların rolü mühimdir. Elbette kendi içlerinde bir tutarlılıktan söz edilebilir ancak bu durum zihinlerde zorunlu iki belirlenim doğurmuştur: Ehven-i Şer ve Maslahat. Dar alana sıkıştırılan kitlelerin sarıldıkları duygusal gerekçeler, geçmişi büyülü görmelerine neden olmuş ve kitleler her durumda bu iki dala tutunarak günü kurtarmak durumunda kalmıştır.
İsmet Özel bu dar alana hiç girmediğinden, onun geçmiş algısının diğerlerine göre daha katmanlı ve tutarlı olduğunu söyleyebiliriz. Bazı Müslümanların, İslamî gerekçelerle övdükleri geçmiş, onun açısından yine aynı gerekçelerle yerilmesi gereken bir durumdur.
Özel, yalnızca övgüyü hak edenlerin ecdat olarak kabul edilebilecek kimseler olduğunun altını çizer ve bunun gerekçelerini sıralar. En başta “Kur’an-ı Kerim” ve “Sünnet” açısından geçerliliği olmayan faaliyetleri yürütenleri ecdat sınıfına dâhil etmez. Onun tanımlamasına göre ecdat vasfını taşıyanların başında gaziler gelir. Çünkü vatan sahibi oluşumuzun merkezinde gaziler vardır. Türklere varlık sahası açan faaliyetler bizatihi Osmanoğulları eliyle değil, menfaat gözetmeyen gazilerin eliyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla mirasçısı olduğu ecdadı menfaat gözetmeyen gaziler olarak tanımlar.
Özel’e göre Osmanlı Devleti, 1453’te imparatorluk bilinciyle hareket etmeye başladığında, hanedanın menfaati için gaziler merkezden uzaklaştırılmıştır. Bu açıdan Özel, Diyar-ı Rum’un, İslam toprakları hâline getirilmesiyle iki insan tipinin doğduğunu ifade eder. Bir bakıma mücadele de bu iki tip üzerinden ilerler: bir vatanımız olsun diyen isimsizler ve vatan benim olsun diyen meşhurlar.
Anlaşılacağı üzere İslamî mücadeleyi önceleyenler, özellikle gaziler, birinci sınıftaki insanlardır. Özel, ikinci sınıftaki insanları ise ironik bir şekilde “ekende yoğ/ biçende yoğ/ yiyende ortağ Osmanlılar” şeklinde ifade eder. Özel’in gaziler ile Osmanlı hanedanı ve devlet yönetimi ile toplum arasında kurduğu bağlantıların net bir ifadesi olarak şu cümleler çok şey söyler: “Devletle halkın böylesine zoraki nikâh altında oluşu devletin niteliğinden gelmektedir. Türkiye’de devlet ne bir toplumsal sözleşmeyle ne de birbirleriyle iktidar yarışında olan nüfuzlu zümrelerin uzlaşması sonucunda doğmuştur. Türk devleti bir emr-i vakidir. Gaza beyliklerinin sebeb-i vücudu fetih olan bir devlete dönüşmesiyle Osmanlı sülalesi yanına güçlü bir ortak kabul etmekten, nüfuzlu ailelerle akrabalık kurmaktan dikkatle kaçınmıştır. Yani günümüzün meselesiymiş gibi algılanan “alternatifsizlik” gerçekte Türkiye’nin geleneksel yapısında asli bir unsur özelliği kazanmış bir motif olmaktan öte bir şey değil.”
Özel’in eleştirilerinde dikkate alınması gereken bir diğer unsur ise kâfir ile kâfirlerle iş tutanlar arasındaki ayrımdır. Kâfir, konumu gereğince vazifesini yerine getiren ve kendisiyle mücadele edilmesi gereken bir noktada yer alır. Kâfir, eylemlerini yerine getirdiği ölçüde kâfirdir. Kâfir ile iş yapanlar ise pirincin içindeki beyaz taşı temsil eder. Özel’in eleştirilerindeki ana hedef, vazifesini yerine getiren kâfir değil, kâfirin hareket alanını genişleten, onlara imkân tanıyanlardır. Gayet anlaşılır gözüken bu tavrın en çok tepki çeken iki örneği ise Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim’de görülür. Özel’e göre Fatih, hadis-i şeriften yola çıkarak İstanbul’un fethinden hemen sonra rotasını Roma’ya doğru çevirmeliydi. Bunun gündeme alınmamış olmasını farklı bir pencereden değerlendirerek Roma’nın fethi düşüncesinin Fatih’le birlikte rafa kalktığını ifade eder. Çünkü ona göre bizler, Osmanlı topraklarının müdafaası için elimizden gelen her şeyi yapmamıza rağmen fethettiğimiz topraklar bürokrasi tarafından kâfirlerin gitmemizden rahatsız olmayacakları sınırlarda bırakılmıştır. Roma fikri de bu açıdan toprağa gömülmüştür. Bununla beraber Fatih’in Patrikhaneler aracılığıyla Hıristiyanlara tanımış olduğu ayrıcalık ve güvenli yaşam alanları da dikkate değer. Bu haklar ile onların sisteminin varlığı da güvence altına alınmıştır. Bildiğiniz üzere Fatih’in beratıyla varlık kazanan Fener Rum Patrikhanesi hâlâ aktiftir ve söz konusu berat ile varlığını teminat altında tutmaktadır.
Bir diğer eleştirisi ise Yavuz Sultan Selim’e yöneliktir. Özel, Mekke ve Medine’nin Türk topraklarına dâhil edilip, güvenli hâle getirilmesini birkaç farklı noktadan ele alır. İlk olarak Portekizlilerin “Fırtınalar Burnu” -bilinen adıyla “Ümit Burnu”- üzerinden Yemen’e ve oradan da Mekke-Medine’ye geçme tehlikesi nedeniyle Yavuz’un aldığı tedbirlerin sonucuna değinelim. Bu durum, Batı’ya doğru ilerleyen Osmanlı’nın, Portekiz tehlikesinden dolayı Doğu seferlerine başlamasına neden olmuştur. Doğu seferinin ve neticelerinin politik endişeler taşıdığını dile getirmek yanlış olmaz. Çünkü aynı süreçte İspanyolların Endülüs’ü yıkması nedeniyle kazandığı özgüven de hesaba katılırsa, Portekizlilerin Arap yarımadasında elde edeceği zaferler Avrupa açısından büyük bir dönüşüm doğurma riski taşıyordu. Yavuz’un aldığı tedbir neticesinde hem bu tehlike önlendi hem de Osmanlılar Mekke ve Medine’ye hizmet etme imkânına kavuşmuş oldu.
Özel’in bu hadise üzerinden dikkat çektiği ikinci durum ise oldukça dikkat çekici. Bugün İsrail olarak bildiğimiz topraklar, Romalılar hüküm sürdüğü sırada, Yahudilerin yaşadığı topraklardı. Roma, Kudüs’teki tapınağı yıktırarak Yahudileri oradan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Özel, Roma’nın Yahudilere yönelik bu uygulamasından bahsederek Yavuz’un Doğu seferinden sonra bölgeye girişleri yasaklanan Yahudilere Filistin topraklarına tekrar giriş hakkı vermesini eleştirir. Öte yandan Yavuz hakkında babasını darbeyle tahttan uzaklaştırarak tahtı ele geçirdiğini belirterek darbeciliği başlatan kişi olarak tanımlar. Yahudilerin “Arz-ı Mevud” topraklarında tekrar yaşama imkânına kavuştuğu hadiselerden bahsederken, bu imkânı tanıyan Yavuz için “O darbeci” diyerek tavrını yineler. Bu durum Özel’in herhangi bir meseleyi ele alırken bir yönünü öne çıkararak övgüyü ve sövgüyü tercih etmediğini göstermiş olur. Meselelerin eleştirilecek yönlerine dikkat çekerken, takdir edilecek yönlerine de duyarsız kalmaz.
Ulema Meselesi
İsmet Özel, Osmanlı hanedanının baştan sona tüm mensuplarının, hatta delilerinin bile siyasi dehaya sahip olduğunu ifade eder. Bu dehanın izlerini Türkleri, Rumları, Ermenileri, Hıristiyan cemaatleri, Yahudileri ve çeşitli milletleri bir arada yönetebilmesinde görür. Çünkü her grubu ayrı ayrı yöntemlerle problem çıkmayacak şekilde yönetebilmek siyasi zekâyla mümkündür. Özel, Osmanlıların bu yönüne sık sık vurgu yapar. Fakat ona göre bu dehanın eleştirilmesi gereken bir yönü vardır. İstiklal Marşı Derneği’ndeki bir konuşmasında, Osmanlıların ihanet kültürü olduğuyla alakalı bir giriş yaparak konuyu Avrupa’da Kilise’nin devşirilmesine benzer şekilde Osmanlı ulemasının da devlet lehine devşirilmesine getirmiştir. Osmanlı hanedanının ulema üzerinde oldukça etkili olduğunu bilinen bir durum. Ona göre ulema, faaliyetlerini “Ümmeti Muhammed”in menfaatlerine göre değil devletin menfaatlerine göre yürütmüştür. Verilen fetvalar da devletin pozisyonunu korumak ve işlevselliğini sağlamak üzeredir. Bunun bariz örnekleri mevcuttur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus var. Özel’in bu eleştirileri, devlet lehine faaliyet yürüten ulemaya yöneliktir. Mesela Kanunî döneminde İmam Birgivî ve Çivi-zâde gibi devletin işi görülsün diye verilen fetvalara karşı çıkan ve bunları çok sert bir şekilde eleştiren âlimler de vardır.
Bu noktayı belirtmek faydalı olabilir. İmam Birgivî, döneminin ince eleyip sık dokuyan âlimlerindendir. Onun ilmî pozisyonu devlet lehine değil, topluma yönelik şekillenmiştir. Olması gereken ne ise ona göre hareket edilmesini ister. Bu doğrultuda, hayatını “bal tutan parmağını yalar” düşüncesiyle mücadele ederek geçirmiş, kendi zamanının şartlarına göre fetva veren ya da uyduranları sertçe eleştirmiştir. Örneğin II. Selim’in hocası olan ve kendisini Birgi’deki medresesine müderris olarak atayan Ataullah Efendi’yi bile devlet işlerine müdahale ettiği için eleştirmiştir. Aynı şekilde ömrünün son yıllarında, İstanbul’daki görüşmelerinde Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’yı da hiçbir çekince duymadan uyardığı bilinir. Sokullu’ya devlet yapısındaki yolsuzlukları ve toplumun gidişatından duyduğu endişeleri dile getirip bunların düzeltilmesi için tavsiyelerde bulunur. İslamî yaşamın muhafazası konusunda, Birgivî’nin en dikkat çekici tavrını para vakıfları mevzusunda Ebu’s-Suûd Efendi’ye reddiye olarak yazdığı risalesinde görürüz. Birgivî, Ebu’s Suûd Efendi’nin para vakıflarının uygulanabilir olduğuna dair yazdığı risaleye “Usul ve füru’a aykırı ve nakil ile çelişiktir.” diyerek bir reddiyeyle karşı çıkar ve bu risaleyle Ebu’s Suûd Efendi’yi dinden çıkmakla suçlar. Bu konuda Ebu’s Suûd Efendi’ye karşı çıkan bir diğer isim de Çivi-zâde’dir. Çivi-zâde’nin reddiyesini tercüme eden Akgündüz, makalesinde, Kanunî Sultân Süleyman’ın “İçtihâdî konularda, ülü’lemr, görüşlerden birini tercih edebilir.” ilkesince, Ebu’s Suûd Efendi’nin fetvasını kanunlaştırdığından bahseder. Bunun üzerine, devlet işleyişindeki gidişatın Ebu’s Suûd Efendi’yi haklı çıkardığını ancak Tanzimât’tan sonra Çivi-zâde ve İmam Birgivî gibi âlimlerin görüşlerinde ve çekincelerindeki haklılığın da acı bir şekilde tecrübe edildiğini dile getirir. Özel’in eleştirilerindeki temel prensip ise dini hükümlerin çıkarlara göre elden geçirilmesinden başka bir şey değildir.
Görüldüğü üzere devletin menfaatlerini önceleyen ulema ile toplumsal işleyişi ve şeriatın muhafazasını gözeten âlimler arasında bu türden bitmek bilmeyen çatışmalar vardır. İsmet Özel, ulema arasındaki bu çatışmaların devlet lehine olan yönünü eleştirir. Nitekim Özel, ulemanın, medeniyet noktasında yaşanan gelişmelerin, Osmanlı elinden çıkıp Batılıların eline geçtiği düşüncesine sahip olduğuna işaret ederek onların içinde oldukları ihaneti pekiştirdiklerini dile getirir. Bu ifadedeki ulema, dini hükümleri devletin lehine organize eden ve modern anlamda medeniyet çerçevesinde değerlendirilebilecek gelişmelere ön ayak olanları kapsamaktadır.
Özel, bu Tanzimat sürecini ise devletin bekası uğruna Batılılaşmanın kaçınılmazlığına kanaat getirilen, Türk kültürünün içten içe yadırganmaya başlandığı bir zaman dilimi olarak görerek bu dönemi “Aleladeliği tabiata yakınlık gibi takdim eden “yenilik”, müstemlekeciliğin kaçınılmazlığına şahadet ediyor ve bu da Batı’nın Türklere numunelik edeceği anlamına geliyordu. Münevverlerin omurgası asırlar içinde bu tavır sebebiyle önce yıpratıldı ve nihayette kırıldı. Batılılaşma belli kerteye geldikten sonra münevverlere aydın denilmeğe başlandı ve bununla eğitim kurumlarımızın yozlaştırılmasından şahsi menfaat elde etme yolu Türkler adına “şeriat” oldu.” ifadeleriyle açıklamıştır.
Bu tavrın izlerini günümüzde de bulabiliriz. Günümüzde de devlet işlerinde yapılan adam kayırmaların uygunluğu noktasında fetva veren, bu işlerden kazanılan paranın da helâl olduğunu ifade eden “âlim” tipi vardır. Bu ifadeler yalnızca devlete bağlı kurumların yetkililerinden değil, müstakil kimselerden de duyulabilmektedir. Oysa, İbn Abbas‘ın kendisine yüz bin dirhem teklif ederek karşılığında kamu görevi vermesini isteyen birine, yüz kamçı ve tazir olmak üzere sağ olarak asılmasını emretmesi bir masal değildi. İbn Abbas’ın bu davranışında saklı olan ilkelerin günümüzde neye dönüştüğünü hesap ederseniz söz konusu eleştirilerin gerekliliğine de anlam verebilirsiniz. Netice olarak bir kişinin ilmi yetkinliği ile bunu eyleme geçirmesi farklı şeyler olduğundan, maslahat icabı numaralara uymak zorunda değiliz. Özel’in de tarihsel meselelerde ortaya koyduğu eleştiriler bu bağlamda değerlendirilmelidir. Ona göre devletin mubah gördüğünü helâl sayan âlimler, Türk milletinin idamesine hizmet etmez. Çünkü onun ifadesine göre bu ülkede Müslümanlık dışı hedeflere varabilmek için Müslümanların kullanıldığı buz gibi bir gerçektir.
Sonuç
İsmet Özel’in Osmanlı hanedanı, bürokratı ve devlet ulemasının söz konusu meselelerdeki tavırları hakkındaki eleştirel tutumu, İslamî mücadele ve modern medeniyet perspektifinde, belirli ilkeler çerçevesinde şekillenmiştir. Eleştirilerinde Osmanlı Devleti’ni bir bütün olarak ele alır. Devleti dönemlere ayırıp modernleşme ya da Batılılaşma öncesi ve sonrası şeklinde değerlendirmez. Toplum ve şeriat aleyhinde, devlet ve hanedan lehinde gösterilen faaliyetleri hangi dönem ve siyasi irade olursa olsun eleştirme yoluna gider. Yani Fatih Sultan Mehmet’i hangi maksatla eleştiriyorsa II. Mahmud’u da aynı maksatla eleştirir. Ancak bunu yaparken Osmanlı mirasının kültürel boyutunu reddetmez ve üzerinde yaşadığımız toprakların vatan hâline getirilmesindeki öncülüklerini göz ardı etmez. Bu hususta, Avrupalıların icat ettiği küresel hegemonyanın ve Hz. Peygamber’in dünya görüşünün aleyhinde yürütülen işlerin duygusal mazeretler ile görmezden gelinmesine de karşı çıkar. Nitekim Özel’in bu bağlamdaki duygusal yaklaşımlardan uzak değerlendirmeleri, tarihin yıkıcı gerçekleriyle yüz yüze gelmemizi sağlar.
Tarihsel eleştirilerde maksadın geçmişi kınamak değil toplumların gelecek tasavvurunun inşâ edilmesi olduğunu düşündüğümüzde, Özel’in eleştirilerinin siyasetten ekonomiye, hukuktan ilime birçok alanda yeni ve özgün bir bakış açısı edinmemizin anahtarı olabileceğini söyleyebiliriz. Çünkü toplumsal olarak siyasi geçmişimizi başarılara indirgeyerek gelecek tasavvurunda bulunmak ulaşılması zor bir toplumsallığa neden olduğu için geçmişi kutsallaştırmanın da övgünün sınırlarını zorlamanın da hiçbir makuliyeti yoktur. Bu bakımdan Özel’in muhalif tavrı ve eleştirileri, güçlü bir gelecek tasavvuru için büyük ölçüde fayda sunar.
İbrahim Orhun Kaplan
DOSYA YAZILARI
1. İsmet Özel’in “Osmanlı” Muhalefeti: “Osman’dan Vahdettin’e Bir İhanet Kültürü”
2. Muhalif Olmanın Özünde Hz. İbrahim’ce Düşünmek
3. Simülasyonun Gerçekliği Yutması ve Matrix’in Muhalif Çığlığı
4. Yunus Emre’nin Muhalif Olduğu İnsan Tipleri
5. Çirkinin Estetiği: Sanatta Güzele Muhalefet Mümkün mü?
6. Bir Muhalefet Biçimi Olarak Varoluşçuluk ve Sartre’ın Herostratus’unda Muhalif Tavır
7. Muhalif Tedâîler
8. Düşünde Mecnun Taşır İnsan, İçinde Firavun
9. Vitrinde Şirin Baba Mahzende Gargamel
1 Yorum