Ebubekir Can, Cemil Meriç’in aydına bakışını irdeledi.
***
Osmanlı Devleti, yükselme dönemine kadar olan dönemde her alanda çok büyük gelişmeler göstermiş fakat bunu sürdürme konusunda aynı başarıyı gösterememiştir. Osmanlı belli bir dönem duraklama dönemine girmiş her geçen gün kaybedilen savaşlar ülkeyi bir karamsarlık havasına sokmuştur. Bu arada Orta Çağ’ın karanlık dünyasından uyanan Batı, kilise otoritesinin sarsılması ve seküler bir anlayışın yaygınlaşmasıyla bilimsel anlamda ciddi gelişmeler kaydetmiş, bu çalışmaları savaş teknolojisinde de uygulayarak tarih boyunca ezeli düşmanı olarak gördüğü Osmanlı’ya karşı bu teknolojik imkânların üstünlüğüyle galip gelmiştir. Karlofça Antlaşması’yla Batı’nın üstünlüğü artık açık bir şekilde kabul edilmiştir. Batı’daki bu gelişmelere uzun bir süre tepkisiz kalan Osmanlı yeni bir yol haritası belirlemek zorunda kalmış ve ilkini III. Selim’in başlattığı yenileşme hareketleri Batı örnek alınarak başlatılmış ve Batı’ya gönderilen daimi elçilikler vasıtasıyla yenilikler günü gününe takip edilmiştir. Yapılan yenilik hareketleri daha çok askeri alanda kalmış diğer eğitim ve bilimin geliştirilmesi yönünde ciddi çalışmalar yapılmamıştır. II. Mahmut döneminde bu yenileşme hareketleri daha köklü değişikliklerle sürdürülmüş ne yazık ki Avrupa’nın bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerinden daha çok kültürel, sosyal, siyasi alanlarındaki gelişmeleri örnek alınmış, Avrupai giyim tarzı belirlenmiş ve toplumda büyük bir Batı özentisi oluşmuştur. Bu dönemde Avrupa’ya ilk defa öğrenciler gönderilmiş, gönderilen bu öğrenciler daha sonrasında Osmanlı içerisinde Batılılaşma hareketinin öncüleri olmuştur. Yapılan bunca yeniliklere rağmen Osmanlı Devleti her geçen gün kan kaybetmiş ve yıkılmanın önü bir türlü alınamamıştır. Bu durum aydın ve okumuş kesimler arasında devletin yıkılışını önlemek için neler yapılması gerektiği konusunda çok çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti’nde bu türden tartışmaların en yoğun olduğu dönem hiç kuşkusuz Tanzimat ve ıslahat hareketlerinden sonra ortaya çıkan II. Meşrutiyet dönemidir. Nitekim ülkenin kurtuluş reçetesinin Batı’nın her alanda örnek alınması gerektiğini savunan ve kendilerini Garpçı olarak tanımlayan bu gurubun ülke yönetiminde söz sahibi olmaya başlamasıyla bu düşünce iyice önem kazanmış ve bir devlet-millet politikası halini almıştır. Konuyla ilgili olarak M. Şükrü Hanioğlu şöyle anlatıyor:
“1911’de Doktor Abdullah Cevdet tarafından İstanbul’da yayımlanmaya başlanan İçtihat mecmuası bu düşünce hareketinin merkezi haline gelmiştir. Başta Abdullah Cevdet, Kılıçzâde Hakkı ve Celâl Nuri Beyler olmak üzere materyalizm, pozitivizm, darvinizm, freudizm gibi Batı’daki sivri akımlara kendilerini kaptıran pek çok yazar, Osmanlı toplumunun gerek yapısal problemlerin gerekse bu problemlere bağlı siyasî meselelerin çözümü için topyekûn Batılılaşma dışında bir çaresinin bulunmadığını iddia etmişlerdir. Bu kimselere göre temel mesele “Asya kafalar”ın Batılılaştırılmasıdır. Garpçılar, bu temel değişim gerçekleştirilmeden yapılacak ıslahat veya değişikliğin bir sonuç getirmeyeceğini savunmuşlardır. İctihad başyazarı, “Biz Avrupa’ya gitmezsek Avrupa bize gelecek” şeklindeki anlatımı ile bu noktaya işaret etmek istemiştir. Garpçılar’a göre Batı ile onun dışındaki sosyal yapılar arasındaki ilişkiler güçlü ile zayıf, zengin ile fakir arasındaki ilişkilere benzemekteydi. Batılılaşmanın hangi düzeyde gerçekleştirilmesi gerektiği tartışmasında Garpçılar klasik tezlerin ötesinde bir fikri ortaya atarak fert düzeyindeki bir değişikliği arzu ediyorlardı. Nitekim bu dönemde fert düzeyinde Avrupa adabı muaşeretini yayma konusundaki girişimler Garpçıların temel çabalarından birisi haline geldi. İctihad’daki yayınların yanı sıra bilhassa Yirminci Asırda Zekâ mecmuasının resimler yardımıyla Avrupa âdâbı muaşeretini benimsetme yolundaki gayretlerini özellikle belirtmek gerekir. Garpçılar, Batılılaşma hareketi önünde engel olarak gördükleri din kurumuna ve geleneksel değerlere karşı da büyük bir mücadele başlatmışlardır”
Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nin gerilemesini fırsat bilen Cemil Meriç’in “İntelijansiya” olarak nitelendirdiği sözde aydınlar tarih boyunca bekledikleri ortamın oluşmasının verdiği özgüvenle yıkıcı emellerini Batılılaşma kavramı çerçevesinde uygulamaya koymuşlardır. Nitekim yaptıkları çalışmalar devletin ilerlemesini sağlayacak gelişmelerden çok toplumun kültürel, sosyal alanda Batılılar gibi olmasına yönelik çalışmalardır. Bu dönemde tekrar bu “intelijansiya” dediğimiz grup, dil alanında çeşitli görüşleri benimsemiş ve bu görüşlerince dildeki Arapça ve Farsça kelimelerin çıkartılıp yerlerine İtalyanca ve Yunanca kaynaklı sözcüklerin konularak toplumun İslam’la alâkalı bütün bağlarının kesilmesi amaçlanmıştır. Konuyla ilgili Cemil Meriç “Kamusa dokunan namusa dokunur.” sözünü söylemiş ve bir dile yerleşmiş yabancı sözcük dilin kendi ses bilgisi ve gramer kurallarıyla örülüp o dilde kabul görmüşse o kelimeler artık yabancı değil o dilin malıdır görüşünü savunmuştur. Sonraki yıllarda dilde yabancı sözcükleri temizleme çalışmaları devam ettirilmiş, özellikle Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında dilin Arapça ve Farsça kaynaklı sözcüklerden temizlenmesine yönelik ciddi çalışmalar yapılmış; ne yazık ki bu durum dili kısır bir döngüye sokup dile zarar vermekten başka bir işe yaramamıştır. Bu tür bir çalışmanın başarılı olamayacağı anlaşılınca bu düşünceden sonraları vazgeçilmiştir.
“İntelijansiya” kavramı Cemil Meriç’in işte bu bahsettiğimiz çalışmaları yürüten gruba verdiği ve Bu Ülke adlı eserin başından sonuna kadar kullandığı aslı Rusça olan ve Rusçada “Belli bir dönemde yaşayan ortak eğilimleri, ortak davranışları olan sosyal bir tabaka veya sınıf” anlamına gelen sözcük dilimize “bir ülkedeki aydınlar topluluğu” olarak çevrilmiştir. Kavram Rusya’da aynı görüşü savunan fikir adamları iken Avrupa’da ise kendilerini sadece entelektüel çalışmaya adayanlardır.
Cemil Meriç Türk aydınlarına verdiği bu isimle onları Batı kaynaklı düşünceleri hiçbir tenkit süzgecine tâbi tutmadan benimsemekle suçlamış ve kültürümüze yönelik tahribatların esasen Batılılaşma düşüncesinin yoğun bir şekilde kabul gördüğü 18.yy sonlarında gerçekleştiğini belirtmiştir. Ona göre kendi geçmişiyle bağını kaybeden bu intelijansiya Batı’nın yeniçerileridir. Özellikle Tanzimat intelijansiyası yüksek devlet memurlarıdır ve tarihten ve halktan kopuk Fransız ve İngiliz burjuvazisinin içimize soktuğu tahta attır, Truva atıdır.
Halktan kopuk, halkın değerlerine küçümseyerek bakan bir aydın kesimin ülkeyi nasıl bir felakete sürükleyeceğini hayatının sonuna kadar haykıran fikir işçisi, fildişi kulelerinde kendilerine hayallerle kurulu bir dünya oluşturan bu softaların yangın yerine dönen vatanın, bazı fikir ve ideolojiler uğruna şuursuzca birbirini boğazlayan kardeş halkların sorunlarıyla ilgilenmemelerini büyük bir tahammülsüzlükle karşılar ve bunu her fırsatta dile getirir.
Son dönemlerde ülkeyi karıştırmak için oynanan en etkili oyun: Kavram kargaşası. Evet, bir toplum sadece belirli ideolojik düşünceler etrafında toplanmış kavramlarla karıştırılabilir mi? Bu sorunun cevabını çok uzaklarda aramamak gerekir. Konuyla ilgili Meriç: “İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte en doğru yol” demiştir.
“Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye… Daha doğrusu aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endam etti. Filhakika intelijansiyamızın şerefine şampanya şişeleri patlattığı bu sözde bâkire, Tanzimat’tan beri tanıdığımız “Batılılaşma”nın ta kendisi “Çağdaşlaşmak”, Avrupa’nın yeni bir ihraç metaı, kokain gibi şuuru felce uğratan bir zehir. Çağ-dışılık ithamı, iftiraların en alçakçası en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hıristiyan Batı’nın putlarına perestiş olsun?” diyor Meriç. Ülkenin her dönemde belli kavramlarla kafa karışıklığı yaratılarak yıpratılmak istendiği apaçık ortada ne yazık ki bu kötü emellerin yayılmasında Meriç’in belirttiği gibi aydınlarımızın bir kısmı yeniçeri rolü oynadılar.
Bir toplumun, sonu olmayan bir karanlık dünyaya sürüklendiği, tarihini kimliğini binlerce yıllık geleneğini bir çırpıda, umursamazca yok ettiği bir dönemde tabiî ki en çok konuşulması gereken o toplumun aydınları olacaktır. Bir toplum düşünce adamları, yazarları, şairleri ve entelektüelleriyle toplumsal bir bütünlük oluşturur ve dış kaynaklı ideolojik yıpratma hareketlerine ancak ülke çıkarları düşünülerek birlikte hareket edildiğinde baş edilebilir. Ne yazık ki son yüzyılda aydınlarımız üzerinde de oynanan bir oyunla Batı kendi zehirli ideolojilerine alkış tutan bir kesim oluşturmayı başardı. Ve kendi geçmişlerine düşman bir intelijansiya grubu ülkeyi bir bataklığa sürükledi
Meriç, bütün bu olanlara karşı bir aydın portresi çizerek bakın düşünce adamını nasıl tarif ediyor: “Evet düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Âmâ tarihe angejedir. Kucağında yaşadığı topluma angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır. Belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lazımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başka vazifesi: bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.”(Mağaradakiler, s.295)
Cemil Meriç Dosyası Yazıları: