“Muhalif Olmak” dosyamızın sekizinci yazısını İbrahim Halil Aslan yazdı.
***
Tüm eksiklerine rağmen demokrasinin bugün muteber bir yönetim sistemi olarak kabul edilmesinde muhalefet olgusunun etkisi büyüktür. İnsanlık tarihi, pozitif bilimlerde olduğu gibi devlet yönetimini de deneme yoluyla tecrübe ederek iktidarı dengeleyecek bir unsurun olması gerektiğine kanaat etti.
Tevfik Çavdar’ın Türkiye’nin Demokrasi Tarihi kitabında anlattığı üzere, Osmanlı Devleti’nde padişahla tebaası arasında yazılı olmayan bir anlaşma vardı. Bu anlaşmaya göre padişah adalet ve meşveret ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla karar merciiydi. Anlaşma padişah tarafından bozulduğu zaman ordu, şeyhülislamlık ve bürokrasi işbirliğiyle padişahın tahtından indirilmesine kadar giden bir süreç işliyordu. Osmanlının son zamanlarında padişahı dengeleyecek siyasi yapıların oluşması gerektiği gibi yönetimde yeni arayışlar ortaya çıktı. Özellikle Avrupa’yı tecrübe eden Jöntürkler kendilerince en doğru yönetim şeklini bulma arayışında hem mevcut anlayıştan ayrışıyor hem de zaman zaman kendi aralarında fikir ayrılıklarına düşüyorlardı.
Ahmet Rıza ile Mizancı Murat’ın diğer Jöntürklerden ayrıştığı en önemli nokta halkın yönetime katılmaması gerektiğini düşünmeleriydi. Ahmet Rıza, siyasetin de diğer pozitif bilimler gibi ihtisas gerektirdiğini dolayısıyla seçkin bir zümrenin yönetimde olmasını savunuyordu. Mizancı Murat da halkın çoğunlukla bilinçsiz olduğunu, yönetime katılabilmesi için eğitilebilmesi gerektiğini fakat halkın eğitilmesinin mümkün olmadığını ve bu yüzden ‘halka rağmen halk için’ anlayışıyla elit bir zümrenin yönetimde olması gerektiğini düşünüyordu. Bu yaklaşımların en büyük handikapı seçkinlerin, halkın ihtiyaçlarını gerçek manada anlamaması ve halka karşı iyilik yaptığını sanarken büsbütün tahrip etme ihtimaliydi. Dahası bu uygulamalar zorbalığa gidebilirdi. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra hayata geçirilen ‘devrimler’ gibi halkın büyük bir kısmını yok sayan, onların anlam değer dünyasına zıt adımlarla halkı muasır medeniyetler seviyesine çıkaracağını iddia eden uygulamalar buna örnek gösterilebilir.
Dikkat edilirse baskıcı kararların uygulanabilmesi için mutlaka muhalefet olgusunun ortadan kaldırılması gerekmiştir. İnsanın doğasında var olan baskıcı yönetim anlayışı zaman zaman siyaseti ele geçirerek toplumların kaderine etki etmiştir. Etki alanı daha geniş olduğu için bugün adına diktatörlük dediğimiz refleksi neredeyse yalnızca siyaset arenasında konuşuyoruz. Oysa hayatımızın her alanında insanoğlunun, gücü ele geçirdi mi bırakmamak için zorbalaştığına şahit oluyoruz ve hemen hiçbirimiz bundan beri değiliz. Herkes gücü ölçüsünde diktatörlük yapıyor.
İş hayatında, sosyal hayatta, aile ortamında sayısız örnekleri var. Kürsüyü ele geçiren sorgulanmak istemiyor. Bilirsiniz, kürsü üstünlüğü denen bir illet var. Konferansta konuşmacıyı eleştirmek için mikrofonu alırsınız ve en fazla birkaç dakika konuşma imkânınız vardır. Eleştirinizi yaptıktan sonra mikrofon elinizden alınır. Kürsü sahibi ne kadar haklı olduğunuza bakmaksızın insafı ölçüsünde size yanıt verebilecek güce ve imkâna sahiptir. Bu esnada yalan söyleyebilir ya da yanlış bilgilerle tezinizi çürütmeye çalışabilir. Artık elinizde mikrofon yoktur ve cevap verme, düzeltme yani hakiki manada muhalefet etme imkânınız kalmamıştır. Kürsü üstünlüğü bugünün dünyasında kazanan taraftır.
İş hayatında da sıklıkla karşılaşırız bu durumla. Müdürler çoğunlukla kendilerini eleştirilemez görürler. Bizatihi işin selâhiyeti için olsa bile uzmanlığı hakkında konuşan, yanlışları eleştiren çalışanlar sevilmez, hatta bazen “istemezükçü” olarak etiketlenirler. Oysa yöneticiler her şeyi bilmek zorunda değildir ve bilmeleri de imkânsızdır. İyi bir çalışanın görevi, yöneticisini doğru bir şekilde yönlendirmek, akl-ı selim yöneticinin makul davranışı da herkesin uzmanlığından faydalanarak kararlar alabilmektir. Aksi halde yöneticiler her zaman onaylanmayı bekler ve çoğunlukla da işleri berbat eder. İstişare etmez, istişare ediyor gibi göstererek kendi fikirlerini onaylatmaya çalışırlar. Böyle bir ortamda haklısınız müdürüm, en doğru sizsiniz müdürüm diyen vasıfsız insanlar yükselerek yeni yöneticiler haline gelir. Aile şirketlerine ya da kobilere bakarsanız yaklaşımın çoğunlukla böyle olduğunu görürsünüz. Ticari olarak başarıya ulaşmış şirketlerde ise yönetimi dengeleyen bir denetleme heyeti olur.
Muhalefet eksikliğinin beni en çok üzdüğü alanlardan bir diğeri ise sivil toplum. Esasında sivil toplumun görevi siyaset kurumunun üzerinden bazı yükleri almak, halkın sorunlarını kavramsallaştırmak ve siyasileri, halkın yararına politika yapmaya zorlamaktır. Yakın zamanda ülkemizde yaşanan EYT hadisesi, sanırım bunun en güzel örneklerinden biridir. Birbirinden farklı kültürel, ekonomik, siyasi görüşlerde insanlar tek bir amaç hak talebinde bulundular ve ülke ekonomisine vereceği zarar açık olmasına rağmen siyaseti karar almaya zorladılar. Toplumun büyük oranda karşı çıktığı bir uygulama başarılı olmuşken, önümüzde böylesine bir örnek varken, sonrasında maalesef halkın arasından haklı taleplerine yönelik benzer bir adım gelmedi, gelemedi. Mesela sokak köpekleri insanlara saldırıyor. Hemen her gün yeni bir saldırı haberiyle uyanıyoruz. Siyasilerin bir çözüm üretmesini beklerken iktidar muhalefet fark etmeksizin birbirinden saçma açıklamalar yapıyor. En son yerel seçimler öncesi sorunu çözmeye mecbur kalacakları beklentisi oluştu fakat dostlar alışverişte görsün temalı birkaç açıklamadan öte hiçbir öneri dahi gelmedi siyasilerden. Hal böyleyken halk olarak şöyle esaslı bir gösteri yapamadık. EYT’liler kısa sürede kendi haklarını yasal ortamda savunacak dernekler kurmuşken, sokak köpekleri sorununa karşı bir adım atamadık. Mevcut sivil toplum kuruluşları da eğitim, kültür, sanat, yardımlaşma gibi hep birbirinin alanına giren çok geniş yelpazede faaliyet göstermesine rağmen toplumun damarlarında gezen kanserleşmiş bu soruna karşı tek satır açıklama yapma cesaretini dahi gösteremediler.
Bu duruma üzülüyorum fakat şaşırmıyorum. Çünkü bizdeki sivil toplum anlayışı sivil olmadığı gibi toplumsal da değildir. Peşinen iktidar yanında ya da karşısında konumlanarak çalışmalarını, angaje olduğu siyasi yaklaşımın izin verdiği sınırlarda ya da emr-i vaki ettiği alanlarda yapar. Maddi manevi beslendiği kaynağa muhalefet edemez. Bazılarını tenzih etmekle beraber, kurumsal olarak takındıkları bu tavır maalesef hiyerarşilerine de sirayet etmiştir. Yükselmek için başkanın söylediklerini onaylamaktan öteye geçmeyen ‘gönüllü’ üyeler, adım adım yönetim kurullarına girer ve nihayetinde başkan olma fırsatını elde eder. Muhalefet edenler ise önce etkisizleştirilir, sonra uzaklaştırılır. Böylece sesleri kesilir. Muhalefetsiz bir yönetim yerleşir.
Başkalarının Hayatı adında bir film var. Doğu Almanya Cumhuriyeti’nin güvenlik teşkilatı Ştazi’de görevli bir ajanın, aldığı emirlerle vicdanı ve ilkeleri arasında yaşadığı bocalamayı anlatıyor. Baskıcı yönetimlerde emirler sorgulanamaz, muhalefet edilemez. Yalnızca yerine getirilir ve sonuçları ne kadar kötüyse o ölçüde inkâr ya da tevil edilir. Önce ‘hayır yapmadık’ denir. Suçlar açığa çıkınca ‘yaptık ama önemli bir nedeni vardı’ denir. Filmde de emirlere katiyen uyan kahramanımız, bir noktada sorgulamaya başlıyor, muhalefet ediyor ve ilkeleri uğruna bedel ödeyen herkes gibi onun da tercihlerinin sonuçları oluyor. Film izlerken, ister istemez kendimizi kahramanın yerine koyarız. Bu filmi izleyenlerin de aynı duyguya kapıldığını düşünüyorum. Oysa toplumun çok büyük bir kesimi bu sınavda kalır. Zaten geçme ihtimalleri olsa, emin olun bu film çekilmezdi. Kendi küçük hayatlarımızda basit gözlemler yapınca görülüyor ki hiçbirimiz hakikat konusunda masum değiliz. Menfaatleriyle hakikat çatıştığında ilkeli davranabilen kaç insan tanıyorsunuz? Politik doğruculuk yapmadan, bağlı olduğu grubun menfaatlerini öncelemeden “uğruna savaştığımız şeylerden feragat edeceksek savaşmamızın hiçbir önemi yok” diyebilen kaç komutan, yönetici, lider kaldı? Ve muhalefeti amaç haline getirmeden, yalnızca hakikatin hatırına tavır alabilen kaç kişi var aramızda? Görünürde hepimiz Hakka âşık Mecnunlarız, fakat içimizde Firavun yaşıyor.
İbrahim Halil Aslan
DOSYA YAZILARI
1. İsmet Özel’in “Osmanlı” Muhalefeti: “Osman’dan Vahdettin’e Bir İhanet Kültürü”
2. Muhalif Olmanın Özünde Hz. İbrahim’ce Düşünmek
3. Simülasyonun Gerçekliği Yutması ve Matrix’in Muhalif Çığlığı
4. Yunus Emre’nin Muhalif Olduğu İnsan Tipleri
5. Çirkinin Estetiği: Sanatta Güzele Muhalefet Mümkün mü?
6. Bir Muhalefet Biçimi Olarak Varoluşçuluk ve Sartre’ın Herostratus’unda Muhalif Tavır
7. Muhalif Tedâîler
8. Düşünde Mecnun Taşır İnsan, İçinde Firavun
9. Vitrinde Şirin Baba Mahzende Gargamel
2 Yorum