Muhalif Olmak dosyamızın altıncı yazısını N. Cihan Karakurt yazdı.
***
1.
Varoluşçuluk, özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkan, bireyin özgürlüğü, seçimleri ve eylemlerinin sorumluluğu üzerinde duran felsefi bir akım. Fransa’da ortaya çıkıp parladığı dönemlerde birçok kişinin hayatı sorgulamasına yol açan varoluşçuluk, öncülerinin farklı yönlere meyletmeleri sebebiyle etkisini yitirmişti. Fakat hem İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, savaşın toplum üzerinde bıraktığı travma hem de sanayileşmenin bir dönüşüm hareketini başlatması bireyde Tanrı düşüncesinin kaybolmasına ve birtakım içsel sorgulamaya yol açtı.
Toplumun giderek yalnızlaşıp kendi içine kapanması çözümü olmayan soruları beraberinde getirdi. İnanç ve tarihsel birikim olarak büyük bir kayba uğrayan Avrupalılar, yaşadıkları travma karşısında hem çevreye yabancılaştı hem de kendilerine. Çürümeye başlayan iç dünyaları bir süre sonra boşluk ve hiçlik tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Hiçliğin yol açtığı bu yabancılaşma, ümitsizlik, muhalif tavır ve bunalım gibi durumlar ise Avrupalıların benimsediği varoluşçuluğun ana vurguları haline geldi.
Devamında kendisi ve etrafındakilerle sürekli bir çatışmaya giren varoluşçu bireyler içinden çıkamadıkları bir kargaşaya sürüklendi. Tam bağımsızlık talebiyle günlerini geçiren bireylerden doğru ve yanlış hakkında kendileri üzerine dayatılanlara boyun eğmesi artık beklenmiyordu. Çünkü kendi kararlarının sadece kendilerinin sorumluluğunda olduğunu bir inanç olarak benimsediler. Herhangi bir gruba ait olmamayı, tüm inançları yetersiz bulmayı ve hayattan kopukluğu reddetmeyi bir direniş saydılar. Buradan hareketle toplumun ve dayatılanların karşısında ağır bir mücadele veren varoluşçular kendileri üzerinde hissettikleri baskı sebebiyle mutluluğun ne anlama geldiğini artık unutmuştu. Zaten şüpheyle baktıkları geleceğin karşılarında koca bir belirsizlik olarak durması da giderek karadeliğe dönüşen ruhlarını yiyip bitirdi. Haliyle toplumda hastalıklı insanlar olarak sivrilip toplumu ilgilendiren her konuda muhalefet etmeye başladılar.
2.
Varoluşçulukta, bireyin özgürlüğü ve seçimleri merkezi bir yer tutar demiştik. Çünkü varoluşçuluk akımının öncüsü sayılan Jean-Paul Sartre, insanın kendi varlığını ve anlamını yaratmakta özgür olduğunu savunuyor. Sartre’a göre özgürlük, bireyin kendisini ve çevresini şekillendirmedeki aktif rolüdür aynı zamanda. Hatta her insan özgür olmalı ve bu özgürlüğü yaşamının temel bir parçası olarak kabul etmek zorundadır. Kendisi şöyle açıklıyor: “İnsan doğası diye bir şey yoktur, insan kendini nasıl yapıyorsa öyledir; varlığının temel seçmesi olan bu tasarıyla önce kendini belirler ve sonra gidişatının bütünü içinde ortaya çıkar. Bu tasarıyla insan, kendini seçerken bütün insanları da seçmiş olur. Çünkü o tasarıyla, gerçekleştirmesi gereken bir insan imgesi kurar. Onun için seçme bir değerlendirmedir. Böylece, her insan her an bütün insanlığa bağlanır. İşte, varoluşçuların bunaltıyı özgürlük içinde bırakılmışlığın bir belirtisi gibi görmeleri bundandır. Bunaltı bir yerde gelip sorumluluk duygusuna yani eyleme ve ahlaka dayanır. Varoluşçuluk, ahlaki bir nesnel değerler üzerine değil, insanın kökten özgürlüğüne yaslandırılır. İnsan özgür olmaya mahkûmdur.”
Sartre’ın özgürlük vurgusu üzerinden muhalefet kavramını ele alırsak, bireylerin toplumsal, siyasi ve kültürel yapılarla uyumsuzluk yaşadıklarında, kendi değer ve inançlarına göre hareket etme serbestliği ve gerektiğinde her şeye meydan okuyabilecekleri sonucuna kolaylıkla varabiliriz. Yani bu meydan okumanın öncesindeki muhalif tavır da yeni bir anlam ve yeni bir değer oluşturmanın parçası.
Yine Sartre’ın varoluşçuluk düşüncesi çerçevesinde insanlar, sosyal rollerin sınırları içinde yaşamak zorunda olmasına rağmen, aslında o rollere hapsolmazlar. Ona göre bir garson sadece servis yapmakla sınırlandırılamaz, o aynı zamanda bir öğrenci, hedefleri ve sorumlulukları olan bir bireydir. Toplumun, bireyi belli bir kalıba sokma çabasının olduğu yerde ise özgürlükten bahsedilemez. Bu insanın ahlaki olarak karar verdiği seçimlerde de kendini gösteren bir düşüncedir. Çünkü varoluşçu düşüncenin bir vurgusu da buydu: Eylemin sonucu insanın kendi sorumluluğundadır.
3.
Varoluşçuluk edebiyat ve felsefenin iç içe geçtiği bir akımdır aynı zamanda. Jean-Paul Sartre da bu türde “Bulantı” ve “Duvar” gibi önemli eserler bırakan bir yazar. Varoluşçu düşüncesinin eserlerinin hemen hepsinde bir yansıması vardır. Roman ve öykülerindeki karakterler, çoğunlukla baskı altındaki durumlarla yüzleşirken, diğer bireyleri de katlanılmaz olarak görür. Yazar bu şekilde, karakterlerinin ahlak ve dünya görüşüne meydan okur. Sartre, okurları gerçek dünyayla yüzleştirir. Burada bireyler yalan, cinayet, işkence, intihar ve savaş gibi dramatik olaylarla kendi özgürlükleri, erdemleri ve kötülükleri arasında bitmek bilmeyen bir çatışma yaşar. Ayrıca karakterler bağımsızlıklarını Tanrı’nın iradesine ve kurumlara meydan okuyarak savunur.
4.
Herostratus adlı hikâyede, Paul Hilbert, toplum ve insanlardan duyduğu derin bir nefret, hastalıklı, yabancılaşmış bir karakter olarak anlatılır. Anlatıcı, hikâyenin kahramanı olan Paul’dur.
Altı kat yükseklikteki balkonundan insanları küçümseyen bir bakışla izleyen Paul, ayakta olan insanların durumunu alay konusu yapar. Duyarsızlaşmış ve yabancılaşmış bir haliyle toplumu düşman olarak görmeye başlar. Bu düşüncelerle bir tabanca satın alır. Silahıyla korkularını yenip güçlenme takıntısına kapılan, emir vermeyi seven ve etrafındakilere şaşkınlık vermek için sokakta birkaç kişiyi öldürmeyi göze alabilecek kadar ileri gider.
Cinayet arzusundan büyük bir keyif alan ve toplumsal yıkıma inanan otuz üç yaşındaki Hilbert, her işi yarım bırakma alışkanlığıyla tanınır. Toplumsal normların dışında bir anormal olarak görülen Paul, çevresindeki insanları ve toplumu küçümser, onların varlığını önemsiz bulur ve zaten ölü olduklarını düşündüğü için tekrar öldürmenin bir anlam taşımadığını iddia eder.
Paul’u çeken yıkım arzusu, bir arkadaşından Herostratus’un öyküsünü duyunca alevlenir. Paul, taşıdığı silahın verdiği güç ve cesaretle kısa ve etkileyici bir hayat sürecek olsa da herkes tarafından tanınan biri olmanın hayalini kurar:
“Ben sizin kahramanınızı anladım, dedi bana. Adı Herostratus. ‘Tanınmış biri olmak istiyordu; bunun için Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri olan Artemis Tapınağı’nı yakmaktan başka bir şey bulamadı.’
‘Ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?’
‘Pek anımsamıyorum,’ diye itiraf etti, ‘sanıyorum adı bilinmiyor.’
‘Sahi mi? Herostratus’un adını anımsıyorsunuz ama? Görüyorsunuz ki pek de yanlış hesap yapmamış.’”
Yaptığı işin üzerinden iki bin yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen, dünyada bir iz bırakan Herostratus’un hikâyesi, Paul’un dünyayı kısa süreliğine aydınlatma hayalleriyle dolu yalnız ve yabancılaşmış bir hayata başlamasına neden olur. Beş kişiyi öldürmeyi planlayan Hilbert, bu kararını yüz iki yazarın her birine gönderdiği mektupta şöyle açıklar:
“İşte ben, hem de öylesine az seviyorum ki onları, yarım düzinesini hemen şimdi öldürebilirim. Belki kendi kendinize sorarsınız, neden yalnızca yarım düzine diye. Çünkü tabancam altı mermi alıyor. İşte bir canavarlık, değil mi?”
Eğer yakalanırsa, bir mermiyi kendisi için saklar. Paul’un bu eğilimi incelenirken, suçun insan üzerindeki derin etkileri de hikâyede işlenir. Cinayet öncesi ve sonrası, insan artık aynı insan değildir. İşlenecek cinayet, onun insanlığını altüst edecektir. “Bir suç, onu işleyenin yaşamını ikiye böler,” der ve suçunu işledikten sonra yaşamının ikinci yarısını suçun ağırlığı ve zevki altında geçirirken hissedecektir. Ancak suçunu işlemeden önce bile, henüz kullanılmamış tabancasının varlığından korku duyar. Üç gün boyunca odasına kapanır ve bu sürede kendisinden üçüncü kişi olarak bahseder, topluma ve kendisine giderek yabancılaşır.
Hayallerini gerçekleştirdiği anda, insanlara ateş ettiğinde, yanlış bir karar verir ve bir tuvalete saklanır. Kendisini öldürmek istese de bunu başaramaz ve tuvaletin kapısını açar. Ne işlediği suçtan zevk alabilir, ne de planlarını doğru bir şekilde uygulayabilir. Hayatının ikinci yarısını, yaptıklarını hafifletmeye çalışan savunma mekanizmasıyla yani üç kurşunu üzerine ateşlediği yaşlı adamın ölmemesi umuduyla geçirir. Neticede Hilbert dünyada kalıcı bir iz bırakamamış, dünyayı şiddetli ve kısa bir alevle aydınlatamamıştır. Onun işlemeyen planı sadece kendine yönelik bir muhalefet olarak kalmıştır.
N. Cihan Karakurt
DOSYA YAZILARI
1. İsmet Özel’in “Osmanlı” Muhalefeti: “Osman’dan Vahdettin’e Bir İhanet Kültürü”
2. Muhalif Olmanın Özünde Hz. İbrahim’ce Düşünmek
3. Simülasyonun Gerçekliği Yutması ve Matrix’in Muhalif Çığlığı
4. Yunus Emre’nin Muhalif Olduğu İnsan Tipleri
5. Çirkinin Estetiği: Sanatta Güzele Muhalefet Mümkün mü?
6. Bir Muhalefet Biçimi Olarak Varoluşçuluk ve Sartre’ın Herostratus’unda Muhalif Tavır
7. Muhalif Tedâîler
8. Düşünde Mecnun Taşır İnsan, İçinde Firavun
9. Vitrinde Şirin Baba Mahzende Gargamel