İnsan, baştan ayağa beklemektir. Hayatlarımız beklemelerle sürer gider. Birilerini, bir şeyleri, tam zamanını… Bir kırılma noktası arar dururuz. Bir şey olacak ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Biri gelecek pelerinini savurarak ve tüm dertler geride kalacak. O cümleyi tam zamanında kuracağız ve dilimizin bağı çözülüverecek.
Belki de beklemenin her çeşidi ummakla ilgilidir. Biri gelinceye değin bir yerde kalmak o kişinin geleceğini ummakla ilgilidir, süre tanımak vakit tamam olunca işlerin hallolmuş olacağını, muhafaza etmek koruyabileceğimizi ve buna değeceğini. Karşılaşma ihtimali bulunmak, aramak, istemek…
Oyalanmaksa beklemiyormuş gibi yapmaya benzer. Tam göz göze gelecekken aslında başka bir yere bakıyormuş gibi kafasını çeviren, hatta daha abartılı tasviriyle ıslık çalarak etrafta göz gezdiren bir adam gibi. Beklediğimizi açık etmezsek beklenenin olacağına inanıyoruz. Tersi istikamete bakarsak otobüsümüz çabucak gelecek zannediyoruz. Başka yönlere bakarken zaman çabuk geçiyor. Çünkü başka şeyler düşünüyoruz. Otobüsümüz zihnimizin kargaşasına dâhil oluveriyor birden, korna sesleri arasında kayboluyor. Elimizle koymuşuz gibi buluyoruz ama çok geçmeden, çünkü aslında hiç kaybetmedik, hep oradaydı, çabuk gelsin istedik sadece.
Zaman su gibidir. Ama her zaman akıp gitmez. Bazen buharlaşır, bazen donar kalır, bazen çatlar buzları, bazen erir. Bu, neyi beklediğimize bağlıdır. Annesinin kritik bir ameliyattan çıkmasını bekleyen çocuk ve parkta oynamak için bir saati olan çocuğun zamanı aynı hızda geçmez. Evde sevmediği misafirler varken mesaisi hemencecik bitiveren adamın yan masadaki iş arkadaşı için zaman donmuş sayılabilir iş çıkışı aylardır beklediği bir filme gidecekse. Aynı anda sınav sonuçları açıklanan öğrencilerden yüksek not bekleyen için zaman daha yavaş geçer.
Zaman su gibidir, azizdir herkes için, ve beklemek herkesi ayrı şekillendirir. Ham meyveler zamanla olgunlaşır, renklenir, tatlanır. Eğer olgunlaştıkları halde hâlâ aynı konumda ve şekildelerse çürümeye başlar. Çürümek, zamanla dallarına tutunmalarına engel olur ve sonunda yere düşüp kurumaya başlar. İnsanlar da meyvelere benzerler ama nerede ve nasıl bekleyeceği insanın elindedir. Yerini değiştirebilme, bulunduğu ortamı seçebilme yetisi ona bahşedilmiştir. Sabit olmayışı ve şartlarını şekillendirebilmesi sebebiyle insan kendi olgunlaşma serüveninde edilgen değil, etkendir. Nasıl bekleyeceğini seçmekle yükümlüdür.
Nasıl bekleyeceğini bilemeyen insan arama motoruna, “bekleme çeşitleri” yazıp aratınca bekleme salonları için tasarlanmış koltuk takımlarıyla karşılaşır. Çünkü beklemek oturmakla fazlaca ilişkilidir, hiçbir şey yapmamak gibidir ve hiçbir şey yapmamak çoğu zaman çırpınıp durmak gibi. Bekleyen bir insana baktığımızda genelde eylemsizlik görürüz. Çünkü oturuyor olması çırpınmalarının, boğuşmalarının, savaşlarının önündeki kalın bir perdedir. İnsanın perdenin arkasını görebilmek için en az bir defa perdenin diğer tarafında bulunması gerekir.
İnsan, insana dair kurduğu her cümlede kendinden bahseder. Bu cümlede de olduğu gibi hep kendimden bahsediyorum. Yaptıklarımdan, yapacaklarımdan, yapma ihtimalim olanlardan, hiç yapmayacağımı düşündüklerimden. Perdelerden yapılmış dünyada bekleme perdesinin diğer tarafında bulunmaktan herkes kadar mustaribim. O günün, o kişinin, o şeyin geleceğine sonsuz inanıyorum. Geleceğe inanıyorum.
Elimden gelen nasıl bekleyeceğimi şekillendirmek ve arama motoruna yazacağım kelimeleri daha özenli seçmek sanırım.
Sonra beklemek fiilinin çekimlerini getiriyor aklımıza Sulhi Ceylan, Ah Kılıcı VI’da. Bekliyorum, bekliyorsun, bekliyor, bekliyoruz, bekliyorsunuz, bekliyorlar… Herkes… Hepimiz…
Şadiye Sare Kaplan