Âşıkların Solmaz Bahçesi: Gülistan

“Mana Gülistanının Bülbülü: Sâdî Şîrâzî” dosyamızın beşinci yazısını Ferhat İnan yazdı.
***

Aşk hikâyeleri, edebiyat ve tasavvuf geleneğimizin bitmez tükenmez kaynaklarından birini teşkil eder. Bu hikâyeler farklı dönemlerde, ufak değişiklerle tekrar tekrar görünürler. Ancak ben, bu deryada ilkin ismimin geldiği aşk hikâyesiyle alâkadar olmuştum. Buna çocukluğumdan beri çevremden gelen “Şirin’in nerede?” sorusu etkili olmadı değil. Yine de çok sonraları babama niçin bu isim diye sormayı akıl etmiştim. Aldığım cevapsa tek kelimeyle hüsrandı. Babam ismimin kulağa “solcu” ismi gibi geldiğini ve bu sayede de memur olmamın kolay olacağını düşündüğünü söylemişti. Yani doğduğum vakit memurlukta biten bir ufkun ötesine düşememiştim ve işsizliği zevâhirde kurtarmıştım.

Muhakkak ki aşk hikâyeleri şifâhî kültürün hüküm sürdüğü dönemlerde çok daha dinamik ve müşterek kaynaklardı. Mesela Şevket Süreyya, hatıratında çocukluğunun geçtiği mahallede, bu hikâyelerin okunduğu toplantılardan bahseder. Aşk hikâyeleri ile erkenden başlayan münasebetlerinden, buradaki sevgililerin “pasif birer süje” oldukları sonucunu çıkarır.[1] Marifetse, öznenin kendisindedir. Bu noktada ilk paragraftaki sorudan daha çetin bir soru belirir: “Şirin haznen ne âlemde?” Zira ancak haznesinde, aşk yükünü kaldıracak kuvveti saklayanlar bu hikâyelerde kendine yer edinebilir.

Aşk hikâyelerimiz, kadın-erkek ilişkilerinin şehvete yer vermeksizin çizdiği portreleriyle, roman türünün asla ulaşamadığı bir noktayı temsil etmektedir. “Tüketici Ahlâk”ın mal ve hizmetleri aşan, ilişki ve fikirleri de kapsayan bir hacme eriştiği günümüzde[2] de bu hikâyeler anlamını yitirmemiştir. Bilâkis bugün bu hikâyelere her zamankinden daha fazla muhtacız. Hikâyeleriyle mecalsiz yüreklerimize gülistan diriliği vadeden isimlerden biri de Sâdî Şîrâzî’dir. Sâdî, Gülistan eserinde aşka, “Aşk ve Gençlik” isimli müstakil bir bölüm tahsis etmiştir.

Bu bölüm on beş hikâyeden müteşekkildir. Hikâyeler kâh biyografik kâh hayalî unsurlarla örülmüştür. Bölüm adının uyandırdığı izlenimin aksine Sâdî burada, doğrudan gençlikten bahsetmez. Ancak bazı hikâyelerinde “gençliğimde” diye başlayıp kendi hayatından örnekler verir. Eserlerindeki akıcılık ve sehl-i mümteni vasfı burada da belirgindir.

Sâdî’ye göre sevilmek güzel olmakla değil “güzel görmek”le ilişkilidir. İlk hikâyede buna şahit oluyoruz. Ayaz, Sultan Mahmud ’un en güzeli olmadığı halde en sevilen bendesidir. Sâdî hikâyenin sonunda bunu “Yaratılanların en güzeli olan Yusuf’a inkâr gözüyle bakan onu çirkin görür. Ama arzuyla bakacak olursa maymunu hûri, şeytanı melek sanır.” diyerek şerh eder.

Bölümün son hikâyelerinden olan “Leylâ ile Mecnûn”da da aynı temayı işler. Burada Mecnûn’un sergüzeştini işiten bir Arap padişah meraklanır. Her ikisi de huzura getirilir. Padişah Leylâ’yı görünce beğenmez. Durumu fark eden Mecnûn, Leylâ’ya Mecnûn’un gözüyle bakıldığı takdirde ondaki temaşanın sırrının çözülebileceğini söyler. Sâdî, Fuzûlî’den üç asır önce Mecnun’a meydan okumuş ve “Mecnûn sağ olsaydı, gelir aşkın hikayesini benden öğrenirdi.” demiştir.

Ona göre aşkın olduğu yerde zühd ve takvaya yer yoktur.  Âşığın gönlünde sevgiliye karşı öyle bir susuzluk vardır ki denizleri içse harareti dinmez. Ayrıca Sâdî, aşkın mutedil bir duygu olmadığı kanaatindedir. Aşk, taşkındır. Âşık Âbid, aşkını saklamaya gücü yetmediği için dile düşmüştür. Âşık Bilgin ise sevgisi yüzünden töhmet altında kalmıştır. Buralarda aşk, bu zatların sıfatları olmaktan çıkmış özleri olmuştur. Bunlar âbidlik ve bilginlik şereflerini aşka kurban etmişlerdir.

Sâdî, ayrılık zamanı âşık gamdan, kederden canını vermezse onu hakiki âşıktan saymaz. Tam da bu özelliği dolayısıyladır ki hikâyelerinde aşktan ve gönül alıcı sevgililerden ibadet uğruna kaçan bir gençten ve tüm kervan, harâmiler tarafından soyulmuş ve feryat ederken hiçbir huzursuzluk belirtisi göstermeyen bir dervişten bahseder. Dervişe bu hâlinin hikmeti sorulduğunda: “Eğer mümkünse gönlünü bir şeye bağlama, çünkü bir kere bağlandı mı ayırmak güç olur.” der. Oysa dervişin 100 altını çalınmıştır! Sâdî, bu hikâyenin devamında da ansızın ölen sevgilisini ve peşi sıra düştüğü hicranı yâdeder.

Bölümün en etkileyici hikâyelerinden birisi “Gerçek Sevgi”dir. Burada, soylu bir adam ve sevgilisi kayıkta seyrederken kayık devrilir. Cankurtaran ilkin bu gence yetişir fakat o “Sen önce sevgilimi kurtar” der. Son nefesinde ise “Sıkıntı zamanı yârini unutandan aşkın hikâyesini dinlemek boş.” sözünü eder.

Aşk hikâyelerimiz, aşk ve sevgi algımızı pasaklı sütrelerle örtme çabalarını boşa çıkaracak kaynaklarımızdır. Sâdî’nin hikâyelerinin bu anlamda da önemli olduğunu düşünüyorum. Zira Gülistan, sevgi ve aşk konağının öğüt tarhıdır. Nihayet Yusuf’un gömleği önden yırtılmasın diye bu hikâyeleri okumalıyız, okutmalıyız.       

Ferhat İnan

[1] Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 47. Basım, 2021), s.22.
[2] Hans Van Der Loo ve Willem Van Reijen, Modernleşmenin Paradoksları, trc.: Kadir Canatan, (İstanbul: İnsan Yay., 3. Baskı, 2014), s.153.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir