Bir yağmur yağar. Kimse anlayamaz bir an için, kimse algılayamaz. Ancak değişmeye başlamıştır dünya hayatı. Belki bir ölüyü kabrinden çıkarır yaşayan başka birisi ve “dur, dinlenmek için bana zaman ver” der. Artık gerçekten böyle yaşıyoruz. Yaşamıyor, yaşamıyor, yaşamıyor gibi yaşıyoruz. Fakat ne diyebilirsin ki? Kaderin kulvarlarında koşturuyorsun, yitik hayallerin boşalıyor ceplerinden, istasyondan istasyona geçiyor hayatın, fakat ne dersin ki? Dert skalana kaç çentik atıldığına bakmadan, yürüdüğün yolların yağmurlu mu yoksa çamurlu mu olduğunu bilmeden, battığın denizlerin doruk noktasından haberin olmadan yaşamak dersin buna. Fakat ne diyebilirsin ki?
– Hey bayım, bu kaçıncı peron?
– Yaşamanın peronu olmaz evlat!
Istırabı hiç damarlarınızda algıladınız mı? Hani bir aşı vurulurken ki gibi. Masum bakışlarınız göğün zirvesinde, dağın yamacına marazileşmiş gönlünüz, bir uzun yola çıkmaya hazırlanıyorsunuz sanki diliniz mumyalanmış suskuya. Cümleler, ah, cümleler hep böyle yerlerde mi işe yarar? Hep dilinizin yüreğinize değdiği andaki fırtınaya mı eşlik etmek içindir sözler? Bir kere olsun nem alamaz mı dünyanın neşesinden? Her zaman mı, bacaklarında değil belki ama yüreğinin tam içinde olmalı mı o yorgunluk?
– Hey bayım yaşamak için ne vardı dünyada?
– Git, bir hayvana sor, bilirse o bilir derdini.
Sadece bize öğretileni, bize daha doğmadan verileni yaşamak için geldiğimizi düşünün dünyaya. Kimse ne yaptıklarından sorumlu, ne de yaşadıklarından. Cehennemin yakıcı hissiyatı damarlarınızda değil, âşık olup da ulaşamadığınız insanın sizi ıssızlığı ram eyleyişi yakınlarda değil ve kısmen de olsa sevinebiliyorsunuz yaşamaya. Çünkü bunun için gelmişsiniz. Siz pisletirken başkası süpürüyor, ya da siz silerken başkası pisletiyor. Fakat herkesin doğumuyla beraber başlayan bir görevi var; sorgusuz, sualsiz…
– Hey bayım, her ne kadar bunalsak da bazen, yaşamayı insanlara sormamız gerekmez mi?
– Gerçekten, hayatında kaç tane insan gördün?
“Hiç” diye anlatabilmek ne kadar zor olurdu dünyayı. Üstelik amansızcasına. Dizlerinizde derman kalmamış, yorgunluğunuz bileklerinizden boşalıyor hayata. Gözleriniz bir akbabanın leşini son kertesinde mıhlayışı yere.
“Hiç” diye anlatabilmek ne kadar zor olurdu dünyayı. Şuradan bir siyam ikizi geçti. Allah’ım keşke benim de ikizim olsaydı. Benim yetişemediğim yerde o da başlardı namaza. Fakat şu anda gözlerim nemli, bir şeylerden alacaklıyım sanki ismini bilmediğim. Hayat diyor ki; ver şu cümleleri, yaşamak da sana fazla! Ey Allah’ım, hangi handikabın ortasında kurban gitti gönlüm? Hangi gidişat benim o oyuklu yolumu takrir etti?
– Hey bayım, yaşamak ne güzel değil mi?
– Hayır, insan ölünce daha bir anlamlı oluyor nedense.
Ve gizil bir amaç. Perçemlerimde bir dert zinciri. Kemendim fazla uzaklarda değil, gözlerinde yaşamın. Elimin bir ucunda dilimin Uhud’u. Alacaklıyım sesim oldukça kelimelerden. Yaşamak denilince, hangi makamda çalacaktır o musiki? Hangi musiki serenat yapacaktır yeniden aya? Hem artık serenatlar da eski de kaldı sevgiliye. Belki de sevgili bile yok, kendimizi kandırıyoruz. Hayır, gönlümün dilberi, hayır. Meskûn mahallelerde duyur adını. Şivesi yarsa da gökyüzünün şerhini sesinin, yine bağır bir alacaklı gibi dünyaya; sevgilim mahremimdir, mahremimdir Ey Dünya! Sen bilmezsin, sen anlamazsın. Zaten sevgili yüreğimde hançer, bir de sen açma; çünkü boşalır cüzzamında bir hayâ, boşalır dert küskünü, boşalır halinin Allah’a istiğfar edilişi.
Söyleyemem, biliyorum. Çünkü dünyaya küsersin Ey Dünya! Benim gibi.
Firakımın sonsuz nöbeti, bugün bakmayacağım, hayır; geriye götürün sevgiliyi. Beni tağutlarla, beni deccallerle hüküm süren bu dünyada, yalnız başıma ölebilmek için denizlere sevk eyleyin. Belki orada, birisi alır sesimi; Hayye Alel Felah, Hayye Alel Felah…
– Hey bayım, hangi yolu denersek deneyelim, ölmeyecek miyiz?
– Biz buna ölmek demiyoruz evlat, yaşamak diyoruz sessiz harflerde. Saygılar.