Tarih, eskilerin yazdığı efsaneler değildir. Aslında tarih, yarının inşa edilmesi için dünün kurgulandığı bir savaş alanıdır. Bu alanda savaşan güçler savaşlarda kazandıkları başarıları en çok tarih ilmi üzerinden devam ettirirler. Özellikle son üç asırdır Batı dünyasının organize etmeye ve kendi tahakkümünü kurmaya çalıştığı dünyada tarihin bir ilim olmaktan öte zihin işgaline dönüşen bir araç olduğu gerçeğini artık kabul etmek zorundayız. Dün meydanlarda savaş kazanan ya da kaybeden devletler, varlıklarını yarına taşıyabilmek için bugünün insanının sahip olduğu zihinsel algılarla oynayarak kendi kurguladıkları bir yeryüzü oluşturmanın yollarını arıyorlar. Aslında bu “yol arama” ya da “yol açma” çabasında son dönemlerde oldukça başarılı da oldular. Mesela Batı dünyası, kendi tarihinde yer alan katliamları kendi dışındaki toplumlara bahsettiğimiz mantığı kullanarak çok farklı yansıtmayı başardılar ve bunu da Tarih ilmini kullanarak yaptılar. Böyle hem kendilerini hedef olmaktan çıkardılar hem de “öteki” olarak tabir ettikleri toplumları, inançları hedef gösterdiler.
Bahsettiğimiz mantığın en belirgin özelliği bugüne kadar modern bir anlayışla kaleme aldıkları tarih kitapları, genellikle kendilerini yani Avrupa’yı dünyanın merkezine alarak yazılmış olanlardır. Merhum Mehmed Niyazi hocanın tespitiyle “Avrupa veya Germen-Roma medeniyetinin evrensel insanlık medeniyetiyle aynı olduğu yolundaki yaygın fikir, birçok yanlış kabule dayanmaktadır.”
Bu anlayışa göre öteki medeniyetlerin neredeyse tamamı statik, insanî vasıflardan uzak olarak düşünülmüş, buna karşılık sadece Batı medeniyetinin üniversal bir hüviyeti bulunduğu zannedilmiştir. Bu noktayı başlangıç olarak aldığınız zaman da insanlığın tarihî gelişmesini yine bu kabule göre tasnif etmeniz gerekiyor. İşte Batı dünyasının tarih üzerinden dünü kurgulayarak yarını inşâ etme çalışması da tam bu noktada başladı.
İnsanlık tarihini ilk, orta, yeni ve yakın çağ olarak tasnif eden zihin yapısı, oluşturduğu bu tasnifle Roma İmparatorluğu’nun gelişmesi, yıkılışı, Amerika’nın keşfi ve İstanbul’un fethi gibi ilk elden ve en çok Avrupa’yı etkileyen olayları nirengi noktaları olarak ele aldı. Hâlbuki en başta yanlış olduğunu düşündüğümüz bu tasnife tarafsız bir gözle bakarsak Roma’nın yıkılışının ve Avrupa’daki diğer olayların, dünyanın en büyük kıtası olan Asya’daki değişik milletleri hiç etkilemediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta tarihi ayırdıkları bazı dönemlerde kilit noktası olarak verdikleri olayların Asya toplumlarında her hangi bir karşılığı olmadığı gibi bu toplumların bahse konu olan olaylardan haberleri bile olmadığını söyleyebiliriz. Mesela Kavimler Göçü, bu noktada örnek olarak verilebilir.
Tüm bunları söylerken Batı dünyasının yaptığı gibi, onları tarih dışına itiyor değiliz. Batı tarih dışı değildir elbette ama tarihin de ana aksında oturuyor ya da dünya tarihi Batı tarihiyle şekilleniyor değil. Hem Batı hem de Doğu, tarihin dışında olan dünyalar değil bizzat tarihin içindeki taraflardan biridir. Doğu’yu tarihin dışında görmek Batı’nın dün, bugün ve yarın anlayışının bir parçasıdır. Çünkü ona göre Doğu ya da Asya toplumları sahip olduğu maddi ve manevi zenginlikler için işgal edilmesi gereken topraklardır. Bu yüzden “şarkiyatçılık/oryantalizm” bilimini kurmuşlardır. Yani, tarihin dışına ittikleri toplumları kültürel olarak nasıl daha kolay ele geçireceklerinin bilimsel araştırmasını yapmak için.
Burada meselenin bir başka boyutuna daha değinmekte fayda var. Mehmed Niyazi hocanın dediği gibi “Sosyal bilimleri siyasî mülahazaların tam hâricinde düşünmek mümkün değildir.” Meseleye bu açıdan baktığımız zaman Batı’nın, Doğu’ya yöneldiği her dönem siyasî gayesini ve menfaatini devamlı ön plânda tuttuğunu görüyoruz.
İçinde yaşadığımız modern zamanlar açısından baktığımızda karşımıza çıkan acı gerçek Batı medeniyetinin, dünya hâkimiyetini elinde bulundurduğunu; bütün insanlığa dikte ettirmeye çalıştığı tarih anlayışı da hâkimiyetini sürdürme gayesine dayandığını bize söylüyor. Hatta bu medeniyetin ortaya koyduğu tarih anlayışlarının üzerinde biraz kafa yorarsak ve ciddi bir inceleme yaparsak, Batı’nın dünya hâkimiyeti kaynağını, devamlı masal ülkesi olarak kabul ettiği Doğu’yu nasıl çökerttiğini gözlerden saklama gayretinde bulunduğunu görürüz.
Sonuç olarak Mehmed Niyazi’nin tespit ettiği gibi “bütün insanlığın kaderini aynı zamanda etkileyen ve bu olgu üzerinden insanlık tarihini dönemlere ayırabilecek herhangi bir olay bugüne kadar cereyan etmemiştir. Hıristiyanlık, İslâmiyet gibi insanlığın kaderinde büyük etkiler yapan dinlere milletler değişik zamanlarda girmişlerdir.” İşte bu nedenle de tarih dediğimiz ilim, kendisine inceleme alanı olarak seçtiği her milleti ayrı ayrı ele almak zorundadır.
Unutmamak gerekir ki, dünyayı kuran şey sahip olunan zihniyettir. Bu zihniyetin ortaya çıkardığı medeniyetin, müesseselerin altında da yine o zihniyet yatar. Buradan hareketle yazdığınız tarih, eğer o zihniyeti yansıtmıyorsa gördüğünüz, ulaştığınız, bildiğiniz her olay mekanikleşmek zorundadır. Örneğin Osmanlı’nın tarihte yaptığı savaşlarla Almanya ya da Prusya’nın yaptığı savaşlar mekanik bakış açısıyla aynı anlama gelir. Arada bir fark göremezsiniz. Bu, arada fark olmadığı anlamına gelir mi peki? Eğer mekanik bir tarih anlayışından kurtularak Osmanlı, Almanya ve Prusya’nın zihniyetlerine bakıp, bu devletlerin sahip oldukları zihin yapılarını bilirsek arada yok gibi görünen fark bariz şekilde ortaya çıkar. İşte o zaman devleti kuran irade de, savaşlar da gerçek hüviyetini kazanır.
Bu dediklerimizin olması için bir zihniyete sahip olmak ve diğer zihniyetleri de tanımak gerekiyor. Aksi halde Batı dünyasının yaptığı gibi kendimiz dışındaki her şeyi tarih dışı görürüz. Zihniyet sahibi olma meselesinin yanında bir de “içinden çıktığınız medeniyetin zihniyetine yabancı olma” durumu var ki, bu da en az birincisi kadar önemlidir. Çünkü zihniyete yabancı olmak sadece olayların mekanikleşmesine neden olmaz, birçok meselenin anlaşılmaz hale gelmesine de neden olur.
Davut Bayraklı