Dünya hayatında kırk beş günlük kariyeri olan kızımı kucağıma alıp düşündüm. Kızım yaşlandığında dünya nasıl bir yer olacak acaba?
***
Kısa bir zaman süren göçebeliğini saymazsak hayatının tamamı 10-15 hanelik bir köyde geçti. 78 yıllık bir ömrün neredeyse tamamı, abartısız. Şehir merkezine birkaç yılda bir gidilen bir hayat düzeninden bahsediyorum. Zero Ana bu ender şehre gidişlerinden birini anlatırdı. Gülünç bulduğu bu hatırası aslında kullanışlı bir kapitalizm eleştirisi sunuyor.
1960’lı yılların Diyarbakır’ı… Eşi, küçük bir meydanda iskemleye oturtup beklemesini söylemiş, resmi bir işlem için yanından ayrılmış. “Yaz günü hava sıcak, dilim damağım kurudu” diyor. Derken sırtında bir güğümle ahaliye su dağıtan çocuk yaşta bir delikanlı görmüş. “Genç, hele teyzene de bir bardak ver” demiş. Çocuğun uzattığı bardağı içmiş. “Buz gibi soğuk ve tatlıydı” diyor. Muhtemelen bir çeşit şerbet. Köyde olmayan cinsten… “Allah’ın rahmeti anne babanın üzerine olsun evlat” demiş yüreğine inen serinlikle.
Çocuk karşısında dikilmiş gitmiyor. Anlam vermeyle sorma teşebbüsü arasında çocuk “Teyze, para?” demiş. “Ne parası evladım. Sudan para mı alınır. Bizim köye gel. Buz gibi kaynak suyu var. Güğümünü ağzına kadar doldururum para da almam” diyerek hayretle karışık bir teklifte bulunmuş ama nafile. Çocuk parasını istiyor. Paranın miktarından da anlamaz ya. Çıkarmış kesesinden bozukluklardan biraz vermiş. Bu olayı 40-50 yıl sonra torunlarına anlatacak kadar enteresan bulduğundan olsa gerek, zihninde saklamış.
***
Hacı Osman, kayınbabası. Mardin kırsalında “Allah’ım devletimizin kılıcını keskin et” diye dua eden vatansever bir Osmanlı. Kapısına geleni boş göndermeyen, bölgede nam salmış, dillere destan bir cömert. Her namaza durduğunda Kâbe’yi gören bir mümin. Bir gün gelinini yoktan yere yataklara düşürecek kadar dövüyor. Birkaç gün sonra da helallik almaya geliyor. “Zero, ben sana zulmettim. Allah karşılıksız bırakmadı. Hacca gittiğimden beri her namaza durduğumda Kâbe’yi görüyordum. Artık göremiyorum. Bana hakkını helal et kızım.”
Böyle bir adamın gelini olmanın verdiği bilinç kendisinde karaktere dönüşmüştü. Kayınbabası gibi ihtiyaç sahiplerini boş göndermezdi. Özellikle mahsul zamanı köy köy dolaşan fakir fukaraya çuval çuval buğday verirdi. Çocuklara ceviz sandığından leblebi, üzüm, şeker verirdi. Torunlarına çerçiden bisküvi alsınlar diye yumurta verirdi. Karşılıksız sevindirmenin büyük huzurunu yaşayarak bir fedakârlık timsali olarak yaşadı. Fedakârlık en çok analara yakıştığından mıdır yoksa köyün tamamına yakını akrabası olduğu için mi bilinmez; köyde herkes kendisine “Ana” derdi. Analık ettiği insan sayısı yüzlerle ifade edilirdi.
***
Böyle bir insan tipini zihninizde bilgin bir şahsiyet olarak kodluyorsanız, bilgiyle irtibatınızı yeniden sorgulamanızı öneririm. Çünkü bilimden uzak olduğu gibi ilmi de “kendine kadardı.” Çocukken öğrendiği dualarla namazını kılardı. Niyetini sesli yaptığından ikindi namazına niyet edene kadar kaç namaz ismi sayıp vazgeçtiği duyulurdu. Bu kadar ilim Müslümanlık bilinci için kendine yetiyor olacak ki sabah namazına kalkmak için çalar saat kullanmazdı. Uyanınca imsak vaktinin girip girmediğini horozun ötüşünden, gökyüzünün renginden anlamaya çalışırdı. Takvim ve saatten anlamadığı için bazen tahsilli torununa sorardı. (O tahsilli torun ben oluyorum.)
***
İnsanın olduğu her yerde anlaşmazlık, tartışma, fitne vardır. Küçük bir mezranın bu mana da büyük bir metropolden farkı yoktur. Şehrin keşmekeşinden kaçmanın yolu zannedildiği gibi taşraya sığınmak değildir. Zira kaçılan her ne ise bele bağlanmış boş tenekeler gibi peşi sıra gelecektir. O bu meselelere dair çözümünü “Modern Zaman Dervişlerini” okuyarak ulaşmadı. Zero Ana arkadan konuşma, laf taşıma, kötüleme, çamur atma fiillerini beceremezdi. Yapmazdı demek eksik olur. Evet, beceremezdi. Bazı insanlar böyledir. Fıtratları kötü olmaya engeldir. Eğer afili cümleler kurmayı becerse belki de şöyle derdi: “Taşraya değil, fıtratınıza koşun.”
***
Köylerine elektrik, telefon ve televizyonun geldiği zamanları anlatırdı. Tüm bunlara alışmıştı. Lâkin aklı görüntülü görüşmeyi kaldırmıyordu. Bundan 15 yıl önce “Oğlum, gün gelecek insanlar bir kutunun içinde birbirini görecekmiş. Sesleri de aynı anda duyulacakmış” derdi.
O zamanlara yetişti. Bilgisayarı gördü, akıllı telefonu gördü, drone uçurulduğunu gördü. Ama bunların hiçbirini kullanmadı. Bunları olanaklı hale getiren internetle tanışmadı. Çalışma mantığını çözemedi. Dünyanın ne kadar değiştiğini, ömrünün geçtiği köydeki hayat penceresinden görebildiği kadar takip etti. Dünya onun yaşadığı dönemde inanılmaz derecede değişti.
1940’ta doğunca babası onu kucağına alıp “Kızım torun sahibi olduğunda dünya nasıl bir yer olacak kim bilir” diye düşünmüş müydü? Merak edip düşündüyse bu kadarını hayal edebilmiş miydi?
Şimdi Zero Ana’nın torunu olarak dünya hayatında kırk beş günlük kariyeri olan kızımı kucağıma alıp düşündüm. Kızım yaşlandığında dünya nasıl bir yer olacak acaba?
***
Zero Ana bir hafta önce Ekim 2018’de bu dünyadan göçtü. Dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını; saf temiz kalpli bir mümin olmanın hiçbir asırda değişmeyecek bir güzellik olduğunu yeniden hatırlatarak gitti.
Zero Ana’ya veda, ruhuna fatiha…
Faik Gönül
5 Yorum