Zaman ve Mekân Arasına Sıkışmak

Her şey geçen sene haziran ayında başladı. En azından ben öyle tahmin ediyorum. Yoğun bir sınav döneminden sonra kitaplarıma dönüyor olmak beni heyecanlandırmıştı. İlk olarak “Mimarlık ve Felsefe” kitabını okumaya başladım. Zira Güneydoğu Anadolu turumuza kırk beş gün kalmıştı. Kendimi zihnen hazırlamalıydım. Kentler ve özellikle mabetlerde insana dair bir şeyler yakalamalıydım. Bulunduğum mekânları yaşamalı, okuyabilmeliydim. Baktığım yerlerde bir şeyleri görebilmeli, anlayabilmeliydim. Fakat işler hiç de beklediğim gibi gitmedi. Kitap beni kendime döndürdü. Kendime döndükten sonra kendimde olmadığımı anladım. Kendime gelmeliydim. Hem de bir an önce. Ama nasıl?

Gördüğüm manzara ise trajikomikti. Meğer içimde çeyrek asırdan beri benimle yaşayan bir tapınak varmış. Görenin göz bebeklerini emecek kadar ışıltılı bu mabet, yekpare granit sütunlar ve sarı kalker taşlarından inşâ edilmiş. Tapınağa giden yol bazalt taşlarından. Mukarnaslar beyaz mermerden. Sütunların üzerine kondurulan bu mukarnaslardaki tenevvü insana sadeliği öğütler cinsten. Her şey o kadar kusursuzdu ki bu tapınağı insanların yapmış olma ihtimali yoktu. Sanki bu yapı bizzat ilahi bir el tarafından tasarlanmıştı. Hiçbir felaket buraya zarar veremez gibi bir izlenim uyandırıyordu. Her motif bir insan elinin değdiğine işaret etse de görünürde hiçbir insan yoktu. Fakat bu hiçbir insanın mevcut olmadığını değil sanki bugüne değin hiç var olmadığını düşündürüyordu. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Fakat tapınağın içini görmemle yerle yeksan olmam bir oldu. İçi putlarla doluydu. O kadar çoktular ki neye uğradığımı şaşırdım. Benim tapınağım nasıl putlarla dolu olabilirdi ki? Hepsini kırmak istedim. Ama değil kırmak birini bile yerinden oynatamadım. İçime kök salmışlardı. Ve ne yapacağımı bilmiyordum.

Huzurum kaçtı. İnsanlarla iletişimim seyrekleşemeye başladı. Kendimden memnun değildim. Dünyada yerimi konumlandıramamaya başladım. Geçer sandım. Ahmaklık işte. Evet, biraz gezip dolaşınca her şeyi unutacağımı düşündüm. Hele ki on günlük geziden sonra hiçbir şeyim kalmazdı. Çocukluk arkadaşlarım da yanımdaydı. Daha ne olacaktı ki? Tabiî ki bu da geçecekti. Geçmeliydi. On gün boyunca yollardaydık. 4400 kilometrelik bir rotayı tamamladık. Ama geçmedi. Aksine her şehir huzursuzluğumu daha da artırdı. Tırman, yürü, sürün, koş dediler. Hatta gerekirse yüz diyenler de oldu. Farklı kelimelerle aynı şeyi söylediler: Ara! İyi de neyi arayacaktım ki ben? Neyi aramalıydım?

Güneydoğu gezimiz bittikten sonra “yakında okullar başlayacak, o koşturmacada aklıma bile gelmez.” diye teselli ettim kendimi. “İstanbul’dan uzak kaldım o yüzden böyle oldu. Şehrimin sokaklarına kavuşunca, Kadıköy’e giden vapura binmenin sevincini içimde hissedince ve de havuzlu bahçedeki köşeme dönünce bir şeyim kalmaz.” diyerek kendimi teselli etmeye çalıştım. İstanbul’a koşa koşa geldim. İlacım oymuş, derdime çare olabilecekmiş gibi. Olmadı. Sokaklarında günde 15-20 km yürüdüğüm günler oldu. Her fırsatta Kadıköy’e gittim. Havuzlu bahçedeki köşeme de uğradım. Hiçbir şey değişmedi. Artık emindim. Olmam gereken yerde değildim. Yerimi yadırgıyordum. Nerede olmam gerektiğini de bilmiyordum. Ve bu durum beni endişelendirmeye başlamıştı. Kendime yazdığım her reçete yan etki oluşturuyordu. Zaman geçtikçe bu rahatsızlığa karşı koyamaz ve direnemez hale geliyordum. Peki bana ne oluyordu? İçimden bazen sesler geliyordu. Anlam veremiyordum. Hâlâ da anlam verebilmiş değilim.

Okullar açılalı yaklaşık bir ay olmuştu. İkna olmuştum, sancıydı bu. Evet, sadece sancı. Ama neyin sancısı? Elimde bir isim vardı. Yani tamlanan belliydi. Ama tamlayan belli değildi. Benimse bir tamlamaya ihtiyacım vardı. Tarih 11 Kasım 2019’du, hiç unutmam. Ömer (Ekmekçi) hoca bizi kırmayarak Aydın (Gülan) hocayı dersine davet etmiş, Aydın hoca da icabet etmişti. “Aydın hocaya sorusu olan varsa sorabilir” dedi Ömer Hoca. Ben söz hakkı aldım. “Hocam hiç varoluş sancısı çektiniz mi? Çektiyseniz neler yaşadınız?” dedim. Soru sınıfta yankılanınca üç-beş saniye tüm öğrenciler durakladı. Hoca “bu soruya nasıl cevap verilir bilmiyorum, evet desem bir türlü hayır desem bir türlü” dedi. Sonra düşündüm, hoca cevap vermemekte haklıydı. Başka bir soru da sorabilirdim ama cezbesine tutulduğum soru buna mahal vermedi. Birden sormuş bulundum. Ama nafile. Cevabımı alamadım. Burada tıkanmış ve daralmaya başlamıştım. O gün bugündür bir yol aldım mı, hâlâ bilmiyorum.

Kasım-şubat arası biraz heyecanlı çokça çalkantılı ve sarsıcı geçti. Düşündükçe hayretler içerisinde kalıyordum. Ben kendimi nasıl da hep ötelemişim? Artık hem sosyal münzevi hem huzursuzdum. Kahverengi yalnızlık diyorum ben buna. Dikkat çekmeyen ama en az bir kahve kadar insanı kendisine müptela kılan. Toprak rengi. Aynı esnada da huzursuzluk mezhebine intisap ettiğimi idrak ettim. İçim kavruluyordu. Bu sancılar nöbetler şeklinde geldiğinde kendimi ya sokaklarda buluyordum ya da havuzlu bahçedeki köşemde. Dar gelmeye başladığını kabullenmek istemiyordum ama artık İstanbul bana dar gelmeye başlamıştı. Ardından da Bursa.

Kendimi ansızın verdiğim kararlarla hiç gitmediğim sokaklara veya başka şehirlere atmaya başladım. Sokaklarda sanki bir şey arıyormuşum gibi yürüyordum. Yitirmişlik duygusu beni tekeline almıştı. Yitirdiğim bendim. Kendimi nasıl bulacaktım? Yakın çevremden bana ‘sen iyi değilsin bir an önce kendine gel’ diyenler oldu. Cevap vermedim. Ben zaten kendime gelmeye çalışıyorum deseydim ne değişecekti ki? Susmak en iyisiydi. Zaman geçtikçe birçok insan gözümde herkesleşmeye başladı. İçimdeki çatırdama sesleri ise artarak devam ediyordu.

Bir düşünceler dünyasından ziyade hayaller dünyasından bahsetmeyi ne çok isterdim. Beni kuşatan bu huzursuzluk yakamı bırakana kadar korkarım ki bu mümkün olmayacak. Yıkımdı bu yaşadığım. Ebedi olacağı sanrısına kapıldığım dünyamda, ölümü bana gülümseyen parlak dişlerini görünce fark ettim. Yaşam ölümlüydü. Ölüm ise canlı ve dipdiriydi. Yaşam, zaman ve mekândan ibaretti. Zaman yani an bana dar geliyordu. Ona sığamıyordum. Zemin yani mekân ben onu keşfettikçe küçülüyordu. Sığınacak bir yer arıyordum. Sığabildiğim bir zaman ve sığınabildiğim bir mekân yoktu. Zaman ve mekân arasına sıkışmıştım. Umarsızlığı iliklerimden kemiklerime, kemiklerimden etlerime, etlerimden tüm bedenime ve bedenimden ruhuma geçen sancı olarak hissettim. Bir uca vardığımı fark ettim. Ama önü uçurum. Geriye dönmeyi düşünmedim. Ölmekten değil dönmekten korkuyorum çünkü. Uçurum da bir yol değil midir en nihayetinde?

Muhammed Furkan Kâhya

Resim: Niki Bowers

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • Köksal Terzioglu , 05/09/2020

    Varoluş acısı cekipte ifade yoksunluğu çekenlere ne güzel bir firsat olmuş. Eminim pekçok kişinin ruhsal aydınlanmasına vesile olmuşsundur Dil anlatım olarak doğuştan bir edebiyatçı yeteneği ile kelimelere raks ettirmişsın. Keyifle okudum.

  • MÜNTEHA , 27/03/2020

    Bütün alemler gibi siz de O’nun nuruna çekiliyorsunuz, yürüyüşünüz mübarek ve istikamet üzere olsun inşeAllah.

  • Emin , 26/03/2020

    2011 senesi de benim için varoluş sancısıyla dolu geçmişti. Tam 20 yaşındaydım, evi otel olarak kullanıyor, gitmediğim vakıf- cemaat-seminer kalmamıştı bu duyguyu da azaltmak için. Sonra varoluşçu yazar ve kitapları tanıdım, ha iyi en azından düşündüklerimi de dünya üzerinde birileri düşünmüş hatta kaleme almış ve akımı doğmuş, şükür Rabbime demiştim.
    Yaş ilerledikçe azalıyor hatta geçiyor, kemalat.
    Yazılarınız çok güzel bu arada.

  • asumanpaye , 25/03/2020

    ikinci paragraftan sonra y. kemal beyatlı’nın kar musikileri şiiri peydâ olmuştur.

    “bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
    bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu…”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir