Nihat İlhan, kimin sesinde yağmur olmuş ki yazı olarak düşmüş bize?
***
Kuşlar, sürekli şarkı söylüyordu. Ben ‘hiç’ olmanın gururuyla yürürken yollarda, gülüşünden aldığım tek bir hayat sevinci, gözlerimin önünde süregelen sönüklüğe varlığı ram ediyordu. Ben hep ismini hatırlamadığım civarlarda yağmura tutunurken, bir kenara bırakarak avucumdaki gülü, ‘Var olmanın sebebi buysa eğer yazgım’ diyordum ‘ne kadar da çehresini yitirmiş olmalı.’ Biraz korku süründüm üstüme, biraz hüzünlü bir hava. Dışarıya çıktım ve insanlara yağmuru ağlattım. Göz, gördüğünden müstesna, ömrün varlığında yeni bir şehir: “Var olmak aşkın nesiydi?” Hep bu sözü söyledik.
Bilmediğim yarınlar üstümde ne kadar da şık durdu. Ecnebi gülüşleri ya da Yahudi çığlıkları değildi bu gördüğün. Söylediğin her söz, üstümde yeni bir acı gibi hüzne yaklaşıyordu. Mecmuam örtülü, katil devletin pirana atıklarından sıyrılırken ben, sen üstümdeki ölüm tezeğini bir köşeye savuşturuyordun. Ah, yollar hep karaydı.
Bir kâğıt mı bu yangını sürdürebilir? Veyahut da ellerimden akıtılan zifiri karanlığın geleceğe rimel sürmesi mi? Sesin duvarları yankılıyor sen ise ertesi gün hangi yağmurun şehirde daha şık duracağını kararlaştırıyordun. Hangi şehrin yankısında yağmuru aramak gerekir, bunu anlatıyordun. Dinlediğim seslerden hitap yeteneğini kavrıyor ve sessiz olmanın kıyılarında seninle güller açıyordum. Kan taneleri gibi birikiyordu avucumda kirli zaman, kirli vakit. Hangi vakit seni dinlesem, ‘Ah, keşke’ diyordum ‘zamandan ve mekândan uzak, hayattan ve ölümden arî olsaydım da, senin sesinle biraz daha masum, -kendimi- biraz daha mihrak kokulara sarsaydım.’ Ama ölüm türedi. Ölüm türedi ve ben sesinde yağmur oldum. Şehrin kıyılarını algılamaktan uzak olduk artık biz seninle. Şehrin yamaçlarına uzanan bir kısrak, ismi daha yazılmamış bir şiirde hudutlarını kavrayamamış bir sanat; bizi daha iyi ne anlatabilirdi?
Yağmurdan hiç anlamadı insanlar, bunu, gamzelerine söylüyorum. Her anlam arayışımda bir şarlatan, her alan arayışımda andan sıyrılmış çocuklar buldum. Şehrin âsi insanlarından bıktım ben artık; bana huzura kavuşmak için barınak, çay ve aşk lâzım. Hüznün kallavi ve memleket sürgünü yollarından geçmekten yoruldum. ‘Ya bu insanlık yeniden dirilmeli, ya da insanlık hasretim beni yalnızlığa gömmelidir’ diyorken, bir de baktım şehrin avuçlarında sıkıp atılmış, yalnızlığın burçlarında melankolik melodiler şavkıyorum. Hayat anlatılamayacak kadar kısaydı. Sen bahardan taç yaptın saçlarına ve bahar hiç anlatılamayacak kadar uzadı. ‘Kır’ dedin ‘ellerini, zaman zaten avuçlarında kelebek.’ ‘Kır’ dedin ‘ellerini. Yaşanmaz ne varsa at ömründen.’
İnsan kendisini ne kadar anlarsa, o kadar kendisinden nefret ediyor, bir o kadar da kendisinden uzaklaşıyordu. Üzerinde kamp kurduğum yalnızlıkların bana kendimden bahsedeceğine vâkıf değildim. Sandım ki, yalnızlığın üstünde hep bir cereyan süregelecek; ömrümün üstünde borsa kâğıtları, devlet sirenleri, insan kinleri ya da nefret tohumları yeşerip gürbüzleşemeyecektir artık. Sandım ki, yaram kanamaya devam etmeyecek; ben böyle bir hayatı yaşamazsam. Ama bak bu tuvalleri yıkalım. Yeniden Da Vinci olalım. Artık Mona Liza eskimiştir diyelim ve yeni şarkılar yazalım, ağıtlar dökelim, çağın anlatılmaz yanlarına senin gülüşünden kırıp acılarımızı varlığımızdan efil efil ağalım. Hani durup, düşünmenin anlamını bulmak için yola koyulalım. Afrika’dan hüzün esmesin bu tarafa doğru, Filistin’de kimse ölmesin. İnsanlığın yazgısını üzerimde bulmaktan yoruldum. İnsanlığın yazgısı değil, çeşit çeşit markaların etiketleri bölüşsün diyorum ömrümü. Hafiflemek istiyorum.
Kan kusup, ilelebet anlatamayacağımız şarkılar vardı. Ben onlardan olsun istiyorum saydığımız bütün yapraklar. Gökyüzü icraya verilsin. Mesela sanat, sanatçı olmak için yapılmasın. Her şeyin içten içe yayılan bir kıvrımı vardır. Gönül aksanlarımızı birbirine bağlayalım diyorum, uğraşmayalım sanatla. Sanat acının, hüznün garip çizelgesidir. Sanat hâlâ çoğalacaksa acılardan, ağlayanlarla, insanlarla; insanlık yazgısı bize kalsın. Fakat sen gül ne olursun.