Seyahatlerime takaddüm eden günlerde hep böyle olurum. Zihnimde yolculuk başlar ve bir türlü bitmez. Daha doğrusu bitirip tekrar tekrar baştan alırım. Ayrıntılara öylesine önem vermeye başlarım ki bütünün manasını kaçırmaktan korkar hale gelirim. Bir yeri düşünürken hoşuma gitmedi mi hemen geri sararım. Bir yer hoşuma mı gitti, zamanı kontrol edebiliyormuşçasına tekrar düşlerim. Bir benzinlikte mola mı veriyoruz, o ara düşlemeye de ara veririm. Gündemimde bu tür bir zihin faaliyetinin yer etmesi, sakın yolcuğa sevimsiz bir süreç olarak baktığım izlenimini vermesin. Ben, bu işi ciddiye alıyorum. Kaç kere haritayı açıp rota üzerine kafa patlattığımı sayamadım. Tanıdığım tanımadığım birçok insandan bilgi almaya çalıştım. En çok kitaplara başvurdum ama en çok da onlara ihtiyatlı yaklaştım. Çünkü kitapta yazanı birebir yapmak ya da yaşamak gibi bir kaygıya sahip değilim. Bendeniz gittiğim yerlerde görülmeyeni görebilmeyi ya da görünene başka şekilde nazar edebilmeyi istiyorum diyebilirim.
Şüphesiz yolculuğun insana iyi gelen bir tarafı var. Öyle olmasaydı derdi olan insanlar yurtsuzluğu yurt edinip yolculuğu yoldaş edinmezdi. İnsanlar ne aradıklarını bilmedikleri zaman yollara düşerler. Kanımca yolculuğun sonunda aradıklarını bulacaklarına dair olan ümitleri onları yollara düşürür. Hâlbuki yolculuk, yola düşenlere teselli olan gizli bir eldir. Bu sadece insanlara has bir durum değil. Eskiler hep anlatır şayet bir atın hasta olduğu anlaşılır ama sebebi bulunamazsa yolculuğa çıkarılırdı. Kuvvetle muhtemel onları tedavi eden yolculuktu.
Yolculuğu güzel yapan şeyin yolculuğun kendisi mi yoksa amacı ya da sonucu mu olduğunu bilmiyorum. Doğrusu bu sorunun değişmez bir cevabının olduğunu da düşünmüyorum. Beni her zaman yolcuğun kendisi heyecanlandırmıştır. Zira yolculuklar her zaman amacına ulaşmayabilir ama yolculuğun kendisi amacı ve sonucundan müstakil olarak vardır. Seyahatlerin başka bir faydası ise bambaşka insanlara temas edebilme imkânı sunması. Bizim gibi olmayan ve hayata farklı bakan insanlarla aynı havayı solumak, onlarla konuşabilmek ve en nihayetinde zihin dünyalarının kılcallarına inebilme imkanı bana yolculuğun sunduğu eşsiz bir lütuf gibi geliyor.
Beni mıknatısın demir tozlarını çektiği gibi seyahatlere çeken bir şey var ama tam olarak tasvir edemiyorum. Henüz kendisi ile burun buruna gelmedim. Sanki biraz kaybolmak istiyorum. Nasıl kaybolunur bilmediğim için yolculuklarda kaybolmanın hayalini kuruyorum. Kaybolmak, insana iç sıkıntısı verir. Yaşadığını hissettirir. O anda saf oksijen insanın ciğerlerini nasıl yakarsa öyle bir acı hissedersiniz. Nasıl kaybolunacağını öğrenmek için yerlisi olduğum neresi varsa oradan uzaklaşmak istiyorum. Yabancısı olmadığım bir yer varsa artık orada kaybolmam mümkün değil. Bir yere yabancı olmak, sizin oraları bilmemeniz değil, yabancısı olduğunuz yerin sizi tanımaması ya da bilmemesidir. Bu sebeple ülkemde kaybolup, kendimden bir şeyler bulmak ve ülkemin yerlisi olmak istiyorum. Bursalı, İstanbullu ya da Kadıköylü değil Türkiyeli olmak, Türkiye’den olmak istiyorum. Ülkemin her yerini birbirine yakın seviyelerde bilmek de diyebilirim.
En az bir gece konaklamadığım şehri gördüm diyemem. O yüzden seyahatlerimin geçiş şehirlerinde gündüzleri epey vakit geçirmiş olsam bile gece kalmadıysam o şehre gitmediğimi varsayıyorum. Şehirlerin yaşayan bir organizma olduğu gerçeği beni onları gece görmeye itiyor. Gündüzün süsünden, tozundan, çamurundan arınmış olarak bir şehri göremezsek o şehri tanımak nasıl mümkün olsun? Bir şehrin keşfedilmeyi bekleyen bâkir bölgeleri ancak gece görülebilir. Zira gündüz, ışıltısıyla insanların dikkatini dağıtır ve asıl görülmesi gerekeni perdeler. Bir şehir ancak geceleri tüm çıplaklığıyla görülebilir.
Bir diyarda, insanlarla üstünkörü konuşurken, bende uyandırdıkları izlenimle şehrin uyandırdığı izlenim henüz birbirinden farklı değil. Yılgın şehirlerin insanını hep usanmış gördüm. Tarihinin dokusunu korumuş şehir insanlarını hep değerlerini kendilerinden önde tuttuklarını gördüm. Bir memleketin oranın insanlarının erdemlerinin terkibinden oluştuğunu bu yüzden rahatlıkla söyleyebilirim. Şehir mi insanı şekillendirir yoksa insan mı şehri derseniz ben insanın şehri şekillendirdiğine inanıyorum. İnsanından şikâyetçi olan şehir gördüm ama insanı ile kavgalı olan bir şehir hiç görmedim. Şehir çırpınır, debelenir ama sonunda insana mutlaka boyun eğer.
Meydanları insanların, toplardamarlardaki kanın kalbe hücum ettiği gibi sokaklardan, caddelerden hücum ettiği alanlar olarak tanımlayabilirim. Bizim ülkemizin meydanları mütevazıdir. Misafirine kendisinin küçük olduğunu şehrin ya da devletin büyük olduğunu hissettirmez. Hâlbuki Merdeka Meydanı’na giden herkes meydanın azametine yenik düşerek kendisini küçük hisseder. Bizim şehirlerimizde bu duyguyla hemhal olmanız mümkün değil. Her yolculuğumda şehre vardıktan sonra farklı güzergâhlar kullanarak meydana ulaşmaya çalışırım. Şehre by-pass gerekli mi değil mi ancak bu şekilde anlayabiliyorum. Başarabilirsem, kaybolmak için kimseye bir şey sormadan meydana doğru ilerlerim.
Seyahatlerin en büyük getirilerinden birisi de herhangi bir şehrin biyografisini yazabilme imkânını sunması diyebilirim. Değişkenleri sürekli farklılaşan ve artan şehirlerin bilinçaltlarının fotoğrafını çekip yazıya dökebilmek ve şehrin terennüm ettiği melodileri duyabilmek çok kolay değil. Bir şehre seyahat etme, orada kaybolma, şehri ve insanları hakkında malumat edinme ve nihayetinde o yöreyi anlayabilmenin ilk bakışta mümkün olmadığını itiraf etmeliyim. Bakılıp görülmeyenin, görülüp anlaşılmayanın, anlaşılıp tatbik edilmeyenin peşine düşüyorsunuz. Her şey çok mu güzel, bu sefer daha iyi nasıl olur diye düşünmeye başlıyorsunuz. Olanla olması gereken arasındaki o gerilim zihin konforunuzu altüst ediyor. Sonrası mı? Alabildiğine rahatsızlık ve insanı arayışa iten memnuniyetsizlik.
Muhammed Furkan Kâhya
1 Yorum