Şöyle geriye dönüp bakınca aylardır kendi çalışmalarım için doğru düzgün tek satır yazı yazmadığımı fark ettim. Gerçi benim bu farkındalığımdan önce neredeyse her gün beni arayarak “Hâlâ yazı yazmadın mı?” diye soran, devamlı tacizde bulunan Edebifikir editörü gerçeğini de göz ardı etmemek lâzım.
Netice olarak yazı masasının başına geçtim ve “yazarın masası, okurun masası”na kaldığı yerden devam etmeye başladım. Dünya edebiyatında ödüllere boğulan, galalarda oradan oraya güya isteksizce seğirten kalem erbabının hikâyelerine tekrar bakmaya başladım. Bu araya şunu da hemen sıkıştırıvereyim ki okuyucu bizim gayet tembel bir adam olduğumuzu, sağımızdan solumuza dönerken mevsimlerin değiştiğini falan düşünmesin: Aylardır tek satır yazamadık belki ama yazma ihtimalimize karşı konuyla ilgili okumalar yaptık ve bazı kitapları fişledik, bazılarını yazı masasının hemen üstüne iliştirdik.
Yazacaksan Havuzun Olacak
2012 yılının Nisan ayında okurlarıyla buluşan 1Q84 isimli eser, küresel bir başarı yakaladı. Kitabın yazarı Haruki Murakami, daha sonra “Konuşmasaydım Yazamazdım (Aralık 2013), Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları (Ekim 2014), Uyku (Ağustos 2015)” isimli eserlerle edebiyat dünyasının gündemine oturdu. Fakat yazarı dünyaya tanıtan ve kendinden söz ettiren esas kitabı, tam 16 dile çevrilmiş olan “İmkânsızın Şarkısı” (1987) olmuştu.
Murakami’nin hiçbir kitabını okumamış birisi olarak yazardan ziyade, yazarın yazı macerasını bilmek isteyen birisiyim ben. Murakami, 1949 doğumlu Japon bir yazar. 20. yüzyılın en büyük Japon yazarları arasında gösterilen Murakami, edebiyat çevrelerinde Amerikan kültürünün etkisi altında kaldığı ve aşırı Batıcı olduğu için eleştirilere mazur kalıyor. Aslında bu küçük kusuru, yazara çok görmemek lazım, çünkü Murakami’nin doğduğu yer olan Kobe, 1868 itibariyle ticari anlamda Batı’ya açılan ilk Japon şehriymiş. Şehri etkisi, yazarın üstüne bir hayli sızmış (belki de sinmiş demeliyim) demek ki.
Budist bir din adamının oğlu olan Murakami, roman yazdığı dönemlerde sabah kalkıp ara vermeden, kesintisiz olarak beş, altı saat çalışırmış. Bu çalışma belli ki yazarı yoruyor, yıpratıyor; o yüzden de yazar öğleden sonralarını yüzme ve ya koşmayla değerlendiriyormuş. Bazı zamanlarda hem yüzdüğünü hem de koştuğunu görenler de olmuş. Günün sonunda, saat akşam dokuza geldiğinde ise Murakami hemen yatağa giriyormuş. 2004 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide, her gün hiç aksatmadan bu rutini sürdürdüğünü söylerken aklımıza deli sorular gelmiyor değil hani. Tekrar etmenin başlı başına önemli bir şey olduğunu düşünen Murakami, tekrarı bir tür hipnotizma olarak görüyormuş. Yani yazar, benim anladığım kadarıyla, daha derin bir haletiruhiyeye geçebilmek için kendisini hipnotize ediyormuş.
Zararlı Rutinden Yararlı Rutine
Yeni bir romanı tamamlayabilmek için gereken zaman boyunca bu tekrarı sürdürmenin zihinsel bir disiplinden daha fazlasını gerektirdiğini söylüyor bize yazar. Fiziksel gücün, en az sanatsal duyarlılık kadar gerekli olduğuna inanan Murakami, hareketsiz yaşamın kendisine hızla kilo aldırdığını fark ettiğinde, içtiği sigaraları bile üşenmeden saymış ve 60 tane olduğunu görmüş. İnsan kendi yediğini, içtiğini hesap eder mi hiç? (Ya da neden hesap eder? Bu iş için muhasebecilerin mesai harcaması gerekmiyor mu?) Bana çok saçma gelen bu tavır Murakami’de farklı bir etki yapmış ki, böylesine zararlı bir rutini değiştirerek şehirden taşraya taşınmış, sigarayı azaltmış, çoğunlukla balık ve sebze yemeye başlamış. (Gerçi onun balık dediği de senin, benim kırk yıl aç kalsak yemeyeceğimiz pişmemiş, çiğ balık denen Suşi’dir.) Bu arada her gün koşma alışkanlığını da yine bu dönemde edinmiş ve yaklaşık 25 senedir bu alışkanlıklarını, ya da rutinini değiştirmeden yaşıyormuş.
Bana göre günümüz insanının en büyük hastalığı, sosyal medyada yaşaması ya da asosyal olmayacağım derken sosyal insan olmanın cılkını çıkarmasıdır. Murakami de, kendi rutinini değerlendirirken, bu hayat tarzının sosyal yaşama pek imkân tanımadığından yakınıyor.
Yazmak için Çiğ Balık Yemek!
Yazı masamın başına geçtiğim hiçbir zaman roman yazmayı ya da bir roman yazarı olmayı düşünmedim. Kurmaca metinleri okumak güzel ve keyifli bir iştir ama o metni yazmak için ne Suşi yerim, ne de sabahın altısında kalkıp köyün delisi gibi koşarım. Bu, bana göre bir eylem biçimi değil. Hem Murakami’den yola çıkarsak, romancı olmanız için ya koşu bandınız olmalı ya da içinde yüzebileceğiniz bir yüzme havuzunuz.
Bu işin ironi tarafı elbette… Bizim ülkemizde de kurmaca metin yazan ve yüzme havuzunu sadece televizyonda gören, hatta hiç görmeyen kalem erbabı az değildir. (Mesela Mehmet Erikli’nin evinde yüzme havuzu yok, ama adam ısrarla roman ve hikâye yazıyor!) Benim burada takıldığım şey, yazarın masasında duran ve okura sunmak için hazırladığı eseri kaleme alırken edindiği rutinlerdir. Roman yazarken, insanın hayatını romana adaması, araç olan eserin amaca dönüşmesi, oldum olası bana anlamsız gelmiştir. Yazmak bir araçtır Murakami! Çiğ balık yediğin zaman daha iyi yazdığını düşünmene sevinemem, olsa olsa balıklar adına üzülürüm. Balık pişirilerek ve elle yenir.
Gün Işığıyla Yazmak
Murakami’nin bu tuhaf ve gereksiz rutinlerini görünce aklıma Günter Grass geldi. Yakın zamanda ölen Nobel Ödüllü yazarın rutini bana göre daha kolay ve uygulanabilir. Gece yazma konusunda içi ürpertiyle dolan Grass, yazmak için mutlaka gün ışığına ihtiyaç duyarmış. Kaldı ki bu istek gayet makul ve yerine gelmesi için hiçbir şey yapmanıza da gerek yok. Gece yatıp uyumanız ve sabah olmasını beklemeniz yeterli. Bu kadar yani! Grass, geceleri yazmanın çok kolay olduğunu düşünen bir yazar. Ancak sabah olup da gece yazdıklarına baktığında onları hiç beğenmeyen, güzel görünen metinlerin aslında hiç de iyi olmadığını fark eden birisi. Yazıya başlamak için gün ışığı olmazsa olmazı olan Grass, sabah dokuz ile on arasında müzik dinleyerek uzun bir kahvaltı yapıyormuş. Kahvaltının ardından çalışmaya başlayan yazar, daha sonra kısa bir kahve molası veriyor, sonra yine çalışmaya başlıyor ve akşam yediye kadar bu tempo devam ediyormuş.
Grass’ın yazı tarzı sana, bana uygun bir tarz. En azından onun rutini normal bir mesaiyi andırıyor. Çevrenizdeki insanlar, yazmak için belirlediğiniz rutine bakıp da size deli demezler. Şimdi aklıma geliyor da tebessüm ediyorum. Geceleri sabaha kadar kitap okuduğum zamanlarda annem odama gelir ve “Sabah, Allah’ın ışığıyla çalışsan olmaz mı yavrum? Bizim ışığımızdan çok daha iyidir onun ışığı.” derdi. Ben de bu yüzden olsa gerek, gecenin dinlenmek, gündüzün ise çalışmak için yaratılmış olduğuna inanıyorum.
Davut Bayraklı
2 Yorum