Nihat İlhan aylar sonra aramıza geri döndü, ellerinde yalnızlık senfonisi…
***
“Canım sıkılıyor” dedi. “Yüzyılın yalnızlığını sanki üstümde taşıyorum. Bileklerimde yaşamaktan yorgun düşmüşlüğün acısı… Yürek diplerinde ise belli belirsiz bir ıstırap. Kimseden bir şey beklemediğim ve kimseden bir şey istemediğim için bütün bu çektiğim acılar. Ama her şeyin bir sonu vardır ya işte, bununda olmalı diyorum. “Bugün geçmedi ama yarın geçecek diyorum” kendi kendime. Hem daha nereye kadar sürebilir ki? Ancak ölümden sonrası bilinmez, ama ölümden öncesinin de bir sonunun olmadığını anlıyorum. Çünkü yalnızlığın son durağının civarına geldiğimde hep “İşte, buraya kadar” diyorum, “daha nereye gideceksin?” Ama sonra yalnızlık öyle bir hal alıyor ki; “Beni öldürecek” diyorum “daha ne kadar hazmedebilirim ki bu gerçeği?”
Cümleler yazmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. Tarifi imkânsız duygular liman kentleri kadar ufku dar ama uçsuz bucaksızlığı geniş mi geniş kâğıtlara yayılıyor. “Dur” diyoruz, “yaşamak için biraz daha zaman var.” Ama üstümüzden şu ölü toprağını silkip atmalıyız. Yeni bir dünya düzeni kurmalıyız kendimize. Kimsecikler sırnaşmasın ve kimsecikler istemesin bizim yollarımızdan geçmeyi. Biz, kendimizle de var oluruz. Hem yaşamak için kimseye muhtaç olmadık. Düşkünlüklerimiz, hep kendimize uydurduğumuz bahanelerden meydana geldi. Şartlanmalardan kaçtık. Huzursuz ve mutsuz olduk. Hüzün her yerimizi kapladı ama nereye kadar? Düşünceler ürpertti bizi. Hissetmekten başka bir arzumuz olmadı. “Peki, hissetmek ne demekti?” dedik kendimize. “Gerçekten, hissetmek ne demekti?” Yokuşlarda kaldı hep sözümüz. Hem söz neydi ki? Yalnızca yaşayamayan bir insanın hayatını anlamlandırmak istemesinin sonucu olarak ortaya çıkan zihniyet sembolleri değil miydi sözcükler? Yoksa yaşamak isteyen insan yaşayamamanın verdiği ezaya karşı belli belirsiz duraklarda şöyle bir durup dinlenmek mi istedi? Aslında sözümüz öyle olsun ki dedik, kendimizi tarif edelim. Yaşamaktan yana hep sıkıntılı olduk ve düşündük ki kendimizden başka kimseler kalmasın yanımızda. Ne çıkar! Allah’ın olduğu yerde yaratılanın sözü biter ve mukavemet başlar. Söz inciye dökülür. Koyulur dertlerimize bir bardak çay. Üstümüze tüneyen dertlerin bize ilacı olarak yalnızca yıllanmak düşer. Dökülen kanlarımız ki, içimizde bir yaradır sinelerimizi sarmalayan. Ve dörtnala koşarız kendimizden uzağa. Kendimiz, umurumuzda bile değildir. Zaten şu yaşamak sanrısı vücuttan ruhlarımızı söküp atmak ister. Keyfe keder bir utanç büyütürüz toynaklarımızda. Ölüm bizi gelir ve alır.
Düşüncelere dalarız, acılı kafiyelerden.
“Yalnızlık bir sübyan gibi büyüyor sokaklarda. Ve biz kendimizi avutuyoruz, geçinebiliriz insanlarla diye. Kendimizde olabiliriz bir köşede savrulduğumuz. Yüzyıllar samimiyetlerimize gebe. Düşünce biçimimizi okyanuslar kadar derin eyleriz. Yepyeni salıncaklar beller ruhumuz. Her elimizi attığımızda acı yeni bir mutluluk salgılar bünyelerimizde. Bünyelerimiz, acıyla saklambaç oynayıp diz çöker bildiğiniz, ebe ben olayım diye. Çünkü körebe bitti. Yaşam saklanmayı kaldırmıyor artık. Kalk da bir fiil üzere ol, bir eylem yap, bir isim getir ki, onu kırıp atayım deriz. Fiiller de ne kadar sakin oluşun sembolleridir. Hâlbuki bir fiil fikirsiz nedir ki diye düşünürüz. Ama fikirsizlik buhrana sürükledi, farenjit olmuş bir medeniyeti. Koskoca bir çöplük hortladı sinelerimizden. Sinelerimiz, esrik düşünememezliğin bir ürünü olarak koskoca medeniyetler doğurup canlarını aldı. Kaçıncı neslimizdi bu arkamızdan büyüyüp gelen? Kaçıncı ceddimizdi insanlığımızın büsbütün eriyip gittiği? Şimdi, kaldırımlarda bir çaresizliğin kimyasını arıyoruz.
Düşüncelerimizi örttüler. İsmimiz bir kalıptan ibaret. Kaçıncı limandır gel-gitlerimizi har vurup harman savurduğumuz? Kaçıncı uykudur, kaçmak için acıdan uyanmamazlığını koşturduğumuz?”
“Hey gidi dağlar” dedi sonra “devran oldu seneler. Ve küçük çocuk uykusundan uyandı. Şimdi, düşünceler beyninde tümör. Sanki yaşamak için adım atılmış, ama kıblesi kabul edilmemiş. Hey gidi seneler” dedi “şimdi, geri verin buraya gelemeyişlerimi.”
4 Yorum