93 Harbi. Rusçuk, Zara ve Eski Cuma. Bir yola çıkıyoruz. Akabinde kaç vilayet, kaç bucak gezilmiş bilmiyorum. Bildiğim, gittiğimiz her yerde rençperlik ettiğimiz. Bursa’da sükûn buluyoruz. Ne bulduysak tırpanla, orakla, dirgenle buluyoruz. Marmara Ovası’nın mümbit toprakları iki asır boyunca neslimizi beslemiş. Bana anlatıldığı kadarıyla üç neslin toprakla kurduğu oyunu harfiyen biliyorum. Dedemden itibaren, son neslin bizzat şahidiyim. Sırtımda parçalanan patlıcan köfünleri de benim şahidim olsun. İnsanların yüzlerini unuttum. Son neslin, dut gölgelerinde serinlediği, Kuyubaşı tabir edilen sayfiyeyi bir türlü unutamıyorum. İsmini, arklara su çeken dolap beygirlerinin demir çarklarını biteviye döndürdüğü, o derin kuyudan alıyordu Kuyubaşı. Ayazmada inleyen su katırlarına, canhıraş dönen dolap beygirlerine yetişemedim ama Kuyubaşı’na ait fotoğraflar mıh gibi aklımda.
Biz çocuklar için tehlikeli bir yerdi kuyu, derindi. Bostana dönük sırtı sazlıklarla çevriliydi. Karaağaçların arasında, karamuk tabir edilen gövdesi dikenli meyveler, dolap başlarını yeni gelin gibi süslerdi. Kuyubaşı dediğim yer, dünyanın merkeziydi. Eve uzak, menekşelere, lalelere, yediveren gül dallarına yakındı. Babaanneme, közde mısır pişirdiğimiz toprak fırına, çim kâselerine, kemre kümelerine, mısır silajlarına, tezek torflarına yakındı. Yetmiş altı marka döküm kiremitlerle çevrelenmiş küçük bahçe karanfillerle bezenirdi. Toplasan yarım dönümlük arazi çocuk gözümde Oz Büyücüsü’nün maceradan maceraya koştuğu, engin ağaç köklerinin toprağı yılan gibi sardığı gizemli bir ormanı andırıyordu.
Kuyubaşı, eşsiz bir harikalar diyarıydı. Sayfiye meydanını boydan boya kuşatan devasa dut ağaçları muhteşemdi. İri cüsseleriyle pehlivanlar, kaslı kollarını gövdelerine sarsa elleri buluşmazdı. Koca tomrukları iri kıyım, yaprakları bitimsizdi. Yazın kavurucu sıcağında kulları serinletir, yere düşen meyveleri pekmez kazanlarında kaynatılırdı. Beygirlerin miadı dolunca kuyunun üstü kapatılmış, hemen yanı başına inşâ edilen tulumbalı haznenin kenarına, babamın, merhum Erbakan’ın projesini çizmesiyle övündüğü pancar motoru gelmişti. Mis gibi sarımsak kokusu mazot kokusuna galip gelirdi. Öğle sıcağı bastırınca dedemgil domatesten gelir, ocak harlanır, hasırlar serilir, ekşi mayalı ekmek parçalanır, mevsim sebzeleri bir hışımda doğranır, Allah ne verdiyse yenilir içilirdi.
Kutlu hikâyelerinden efsunlu bir pasaj gibi okuduğumuz bu satırlar tamamıyla gerçek. Kuyubaşı diye bir yer gerçekten vardı. Dolabın çarklarında kaç beygir çatladı, kaç kırbaç şaklaması Çingencik kuşlarını ürkütüp kaçırdı kimse bilmez. Bildiğim, iyi niyetli okurun sayfalara sinen hüzünle, o efsunlu diyara duydukları hasreti mezcetmeye ziyadesiyle meyyal olduğudur. Akabinde kapitalizmin tasallutu altına giren modern insanın çilesini, büyük yalnızlığın onaylaması beklenir. Hikâye yerel ağızlarla, manilerle, türkülerle akar gider. Taşranın zalim, hâbis, taş kalpli karakterleri bile garip bir mistisizm içinde akıbetleri hayra yorulan simgeler haline evrilir. Genelde masalsı destan, başladığı gibi, ucu açık, muğlâk bir hüzünle yarım bırakılır. Payımıza düşen hikmetleri heybemize alır ve olay yerinden dağılırız.
Özellikle yeni edebiyatta, kent yaşamına mesafe alan taşra mistisizmi, Anadolu topraklarına özgü bir insan tanımı yapmakta yetersiz kalıyor bence. Bilhassa hikâye türünde… Çünkü yazarlar kentten köye değil, köyden kente bakıyorlar. Köyü de kenti de köyün zaviyesinden yorumluyorlar. Yine, kırsalda sadelik biçiminde taayyün eden öz değerlere kaçışın, taşraya özgü bir illüzyon olduğunu düşünüyorum. Taşra kırsalında yaşam sandığımız kadar huzurlu, uhrevi, tıkır tıkır işleyen bir imece düzeninde, kent yaşamı da tamamıyla uyumsuz, samimiyetsiz, distopik bir kargaşa düzeninde işlemiyor. Zıttı ile kaim her nesne gibi aralarında korkunç bir denge olduğu kesin. Her iki kurumun varlığı yüz yıllardır birbirini destekliyor. Köy, işgücüne karşılık verebilmek için insanlarını kente postalarken, kent, pili bitmiş işgücünün posasını köy toprağına kusup yoluna devam ediyor.
Taşraya kaçmak isteyenlerin penceresinden bakıldığında, öze dönük eylemleri tedavi edici ve doğal buluyorum. Belki daha doğrusu, insani buluyorum. Konuyu bir soruyla genişleteyim. Taşradan kaçmak bize ne vadediyor? Bir Kurucu Unsur Olarak Kaçış kitabında Çinli coğrafyacı Yi-Fu Tuan sorumun cevabını yeni bir soruyla yanıtlıyor: “Hangi kültürel ürün kaçış değildir ki?” Tersten okursak Tuan, kültürü doğuran yegâne eylemin kaçış olduğunu söylüyor. Ona göre insan kültürünün tamamı gerçeklerle yüzleşmeme isteğinin sonucunda ortaya çıkan bir tür kaçış mekanizmasıdır.
Gerçeklerle yüzleşmemek adına, öncelikle kendinden kaçan bir türün alelade bir temsilcisi olarak bu kaçış mekanizmasının cıvatalarını biraz yağlayayım.
İki senesi büyük bir metropolde olmak üzere yaklaşık on yıl basın yayın sektöründe çalıştım. Toplu taşımada hat safhaya ulaşan bir kriz anında taşraya dönmeye karar verdim. Bir aya kalmadan işi bırakıp memlekete geri döndüm. Bir sene süren kitapçılık maceramın ardından kurumsal bir yapıda iş buldum. Bazen, günde on beş saat üç farklı disiplinde iş üretiyordum. Son beş yılım sabahları grafikerlik, öğleden sonraları foto-muhabirlik ve metin yazarlığı yaparak geçti. Teknik aksamlardan, imajlardan, kameralardan, lenslerden, dronlardan, kablolardan ve zamanla yarışmaktan yoruldum. Bir gün contaları yakıverdim. Tutkuyla bağlı olduğum işimi bıraktım ve patrondan açık bir mektup aldım. Son altı aydır, taşranın da taşrası sayılabilecek, ağaçlar ve hayvanlarla bezeli doğal bir ortamda, sıradan bir işte çalışıyorum.
Basında çalışırken, zihnen ve bedenen yoğun olduğumu hissettiğim zamanlarda, içten içe Alcatraz’dan Kaçış’ımı planlıyordum. Jon Krakuer’in Into The Wild setinde tanışıp sıkı dost olduğum Christopher McCandless’la uzun şelaleden Alaska’ya doğru sessiz yürüyüşlere çıkıyorduk. Avusturyalı Heinrich Harrer ile II. Dünya Savaşından kaçarak Himalayalar’ın eteklerine yelken açıyorduk. Bazı sabahlar yanıma genç gezgin Robyn Davidson ve National Geographig’in acar fotoğrafçısı Rick Smolan’ı alarak Batı Avustralya’da bulunan Alice Spring’e, tam 2700 kilometrelik bir çöl yolculuğuna çıkıyorduk.
Bir yolculuğun kuyruğunu diğerine bağlarken, +90 YouTube Kanalının kentten köye göç videoları ve DMAX’in müthiş “Son Alaskalılar” serisi beni fantastik bir evrene getirdi. Çocukluğumdan tanıdığım, bildiğim, çok özlediğim bir yere.
Kuyubaşı’na…
Yirmi yıl sonra gittiğimde Kuyubaşı, yerinde yoktu desem yalan olmaz. Kuyu namına bir emareye rastlamadım. Bir zamanlar ta magma tabakasından çatlayıp yeryüzüne çağlayan su damarları, ağzına kadar toprakla dolmuştu. Demir dolapları sazlıklar, dikenli yaban otları, ısırganlar kaplamıştı. Dut ağaçlarını hızarlarla doğramışlar. O serin, uğultulu, delişmen sayfiye tarım arazilerine iç edilmiş. Tarlaları bahçeye bağlayan geniş yol yerini daracık bir patikaya bırakmış. Toprak ocak sökülmüş, sabanlar kırılmış. Eskicilerin gözünden kaçan birkaç parça pulluk demiri küf içinde çalınacağı günü bekliyordu. Serin gölgesinde güzü karşıladığımız o Firdevs Cenneti, yeri yönü belli olmayan, terk edilmiş, “başkasının kanında yüzen bir adaydı” sanki.
Çok ilginç, sadece, Kuyubaşı’nın sınırlarını belirleyen yetmiş yıllık kiremitler yerli yerindeydi.
Bir araç kiralayıp bütün kiremitleri evimizin karşısındaki arsaya taşımaya karar verdim. Mısmıl bir bahçe projesi önergesiyle anacağızıma gidip konuyu istişareye açtım. Alfa kurt, çürümüş kanın kokusunu hemen aldı. Şiddetle karşı çıktı.
Direndim.
Zaten Alcatraz’dan Kaçış’ın modern bir uyarlamasını izleyicilerle buluşturmayı uzun zamandır planlıyordum. O güne kısmetmiş, eylem planımı ışık hızıyla yürürlüğe soktum. Korkunç sevimli yüzlerimden en sevimli vesikalığı cüzdanımdan çıkardım. Yüz yirmi beşte biri falan bana ait olan arsanın üzerinde ihtiyari işlem yapmak üzere ekâbirden gerekli izinleri aldım. Mahalleli baştan yadırgadı, sonra naylondan ruhları iş makinesi izlemenin dayanılmaz hafifliğine yenilince, sessizce etrafa dağıldılar.
Evvela seksen metrekarelik bir alanı bayırın kot farkıyla birledim. Küçücük, verevine giden mahfuz bir alan açtım. Artan molozları ortakçıların atıl arazisine yığdırdım. Damdan bozma koyun yaslalarını taşıyan temelden kapı ağzına kadar olan kısma hitlilerle ince işçilik yaptım. Arsanın caddeye bakan ön cephesine bir tavuk kümesi inşâ ettim. Hatun lastikleri boyadı. Biri beyaz biri mavi. İçlerine limon ağaçları diktim. Koyun yaslalarına çilek, gül, sarmaşık ve kudret narı ektim. Mahalleli bir sabah korkunç bir sesle uyandı. Koca bir kamyon toprağı arsanın sağ cephesine döktürdüm. Roman vatandaşların yardımıyla toprağın tesviyesini tamamladım. Mahir komşularımın desteğiyle bahçenin ön cephesini kapatan beton direkleri dikip çitlerini çektim. Brandaları çekip kapıyı çaktım. Eski bir aile dostumuzdan mantar gübresi, daha eski bir aile dostumuzdan mevsimlik sebze fideleri aldım. Su tankımı ve bahçeyi çevreleyen eski kiremitleri toprak zemine sabitledim. Sağ olsun anacağızım, sol eliyle fideleri ekiverdi. Karıkları açtım. Can sularını verdim…
Nihayet bir aylık mücadelenin sonunda, şehrin ortasında, derme çatma da olsa bir Kuyubaşı’m olmuştu!
Başlarda serindi…
Elifbadan gayrısını okumadım. Eşi dostu çağırdım, çaylar demledim, kahveler pişirdim. İşten zamanında çıkıp kızımın yüzüne baktım. Her gün sundurmanın altında oturdum, fesleğenlere su verdim. Bir ak kabağın büyümesini izledim. Bir ak kabağın büyümesini izlemenin dehşet verici ürpertisiyle irkildim. Hiçbir şey düşünmemek üzere günlerce zihnime direndim. Haftanın iki günü taşıma suyuna çektiğim kumkumayla biberleri ve domatesleri suladım. Bir karış toprağı avuçladım, binlerce iş öğrendim. Kaygı ne zaman kapımı çalsa tavuklara yem vermek üzere koşar adım kümese kaçtım. Toprağı çapaladım, gülleri budadım, naneleri kokladım…
Bir kütüphanesi ve bir bahçesi olan insan, başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz.” demiş Cicero.
Bir şeye daha ihtiyaç duyuyormuş insan. Korkuluğa.
Ne yapıp ettiysem çileklere musallat olan kargaları durduramadım. Nizami bakıma rağmen limon yaprakları günden güne sararmaya başladı. Gülün biri durduk yere kurudu. Usulünce budamak, geriden gelen filizlere yol vermek için kafalarını koparmak lâzımmış. Ak kabaklar ocağı kümeyi sarınca kökleri görünmez oldu. Su vermeye üşendim. Aman bugün aman yarın derken ak kabaklar oldu kara kabak. Biberlere ballıca denen bir haşere ordusu tebelleş oldu, domateslere hava vurdu. Kudret narları kudretini yitirdi. Mevsim değişti, naneler, biberiyeler, sarmaşık kökleri killi toprağı sarmaz oldu. Anama hac çıktı; meğerse mısır köklerini teklemek, pürçeğini yolmak lazımmış. Ben mısır pürçeklerini çiçek zannediyordum.
Asırlık kara sabanlardan, çatlayan topuklara tebarüz eden tarım geleneğinin bir çırpıda oluşmadığı gerçeğiyle bir anda yüzleşiverdim. Emeğin, alın terinin, yavaşlığın ve umudun hakikati bir kaçışın nesnesi olamayacak kadar kıymetliydi. Dizimi kırdım oturdum. Kara kara düşünmeye başladım. İşte senelerdir tasarladığın sade hayat tasavvuru, Hemingway, ihtiyar adam, deniz, yoksul balıkçılar, Knut Hamsun’ın Dünya Nimeti, Heidi’nin tütün saran dedesi, Peter, Alplerin kaşarları… Al bunları, sırt çantana tıkıştır, Yukon Nehrinin serin sularına at dedim. Şebekeden uzak, organik, minimal tarım toplumu… Üstelik canım sıkıldıkça övgüler düzdüğüm kronik can sıkıntımdan da eser kalmamıştı!
Peki, şimdi nereye kaçacaktım? Kuyubaşı’na dönemezdim. Zaten orada değil miydim?
Çocuk aklımla yıllarca bir sorunun cevabını aradım. Hâlâ daha arıyorum. Kuyubaşı’na giderken uzayan yol, nasıl oluyordu da dönerken her defasında kısalıyordu? Kaçacak yerim kalmayınca bu soruya bir cevap bulduğumu sanıyorum. Yola çıkan insan vardığı yerde ya hiçbir şey bulamıyor yahut umduğunu bulamıyor. Çünkü insan giderken duygunun, dönerken düşüncenin esiri… İnsan giderken duygunun, dönerken düşüncenin esiri… Giderken duygunun, dönerken düşüncenin… Efsunlu hayallere dalarken yolda olduğumuzu unutuyoruz, zaman su gibi akıyor, dönüş yolunda düşüncelerle yüzleşiyoruz. Yani gerçekle, o vakit zaman yavaşlıyor. Bizatihi yolu inkâr edenleri, üzerine basıp geçenleri de gördüm. Onlarla yürüyecek feraseti, ayak izlerine basacak cesareti kendimde bulamadım.
Yüzümü olduğundan güzel gösterecek alaturka bir aynaya ihtiyacım vardı. Yine altın varaklı lambayı ovalayacak, içinden cini çıkaracaktım. Ne denli hayran gönüllü bir yalancı pehlivan olduğumu, sırtımı tuş etmeden, belimi incitmeden, kulağıma nazikçe fısıldayacak birine gittim.
Anama.
Utançla ayaklarıma, ellerime, topuklarıma baktım. Bahçe dedim, şadırvan dedim, su dedim. Taşıma suyla dönen değirmenden söz açtım. Değirmenin taşından, taşın ezdiği arpadan, kabuğu rüzgârda savrulan buğdaydan söz açtım. İmandan, imanın gevreyen bir şey olabileceğinden bahsettim. Acaba güze doğru yarı bodur birkaç çam… Uğraştırmaz hem… Seneye birkaç çiçek fidesiyle sade bir peyzaja mı yönelsem falan diye geveledim. Bizim kelimelerimiz karanlıkta güzel, şafak söktüğünde hepsi anlamını yitirecek, diyemedim.
Yüzümdeki mahcubiyetten yeni bir kaçış planına hazırlandığımı sezdi ve sazı eline alıverdi.
“Üzülme evladım, sen üzerine düşeni yaptın. Yapma dedim yaptın, oldu mu oldu. Hem de çok güzel oldu. Yalnız mesele başarmak değil, kendini tanımak ve yoluna devam etmekti. Kendini tanıma işini de, bağ bahçe işini de bana bıraktın. Zaten bir çırpıda yanışın bir bardak suyla söneceğinin habercisiydi. Olsun olsun, güzel oldu. Bir gün rahmetli baban, yaşlı bir çiftçinin karnını yarıp bakmıştı. Orada ne yazıyordu biliyor musun?’’
“Ne yazıyordu anacım?”
“Seneye inşallah yazıyordu, a benim salak oğlum!”
Çürüyen çeri domateslerini ve kalan son dolma biberleri masaya bırakıp kitaplığımın tozlu raflarını silmek üzere hızlıca evime kaçtım.
Bahadır Dadak
1 Yorum