Aliya İzzetbegoviç’in meşhur bir sözü var ki; insanlık aklı bir bilyenin içine sığacak kadar yoğunlaşırsa ancak o zaman haklılığına bir paye biçilebilir: “Her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey düşmanlarımızın sözleri değil; dostlarımızın sessizliği olacaktır.” Müthiş öngörü! Düşman tanımını şahsi değil; fikri kabul ettiğim kılavuz… Ne zaman ferdi veya ictimai bir mücadelenin ortasında bulsam kendimi, bu söz, muhayyilemin her dişlisini biteviye sızlatır. Peşinden gelen sabahlamalarda kimyanın çaresiz kaldığı baş ağrılarıma merhem ettiğim fikir mülahazaları bu söz etrafında dönüp durur.
Bu mülahazalar, bir zamanlar beni uykulardan uyandıran uğultular ve titremelerle göbek bağı varmışçasına bir girdabın dışa doğru patlamasını andıran şeklinden ibaret… Her dönüşte aynı noktaya geldiğim, fakat öncekiyle kıyas kabul etmeyen bir idrâki mümkün kılan bir girdap… Bu ıstıraba adını koyma kudretim olsa “Benlik” derdim. Aklımla ve nefsimle bir bütün olarak yaratılmış varlığımın asıl bütününe varma çırpınışları… İşte mücadele dediğim şeyin en kesif tanımı burada karşıma çıkıyor. Her oluşun tecelli olduğuna kesin iman etmişken, sebepleri hazırlamaya imkân tanınmaması dışardan başlayıp içimde bataklığa bürünen mücadelenin negatifi gibi. Siyahı beyaz, beyazı siyah gösteren bu aynanın hangi tarafında ben duruyorum? Daha muallak olanı diğer tarafında duran insanlara, karşı taraftaki ıstırabı göstermeyecek kalınlıktaki perdeyi çeken nedir?
Bir tarafta aynanın diğer yüzünü görmediği halde öngörüde bulunduğu iddiasıyla bu tarafa da mâlik olmaya uğraşan ve yaşantımın seyrini, kendi aklını nefsinden arındıramadığı sıçramalarına göre tasarlamaya çalışan kural koyucularım… Diğer tarafta imanından başka hiçbir akla sualsiz teslimiyeti kabul edemeyen nefsim…
İşte bugünkü mücadelemin fotoğrafı budur. Ehliyeti olmadığı halde doktor cübbesi giyenler, ecelim hakkında hüküm verme gayretini ve amelime ömür biçme hakkını, yine bizzat kendi irademle önlerinde eğilerek sunduğum hürmet kadehinden alıyorlar. Dolmakalem tüccarlığı… Mürekkebi istemeyen adama güzel(?) yazıyı zorla satma telaşı… Öyle bir telaş ki; mesleğine hürmeten fikri alınan adamın tercihi kabul görmezse, bunu şahsına hakaret sayacak bir korkudan ibaret…
Ancak baş bir kez eğilmiş ve kadeh sunulmuştur. Artık suyun yatağı değiştirilecekse; ayna kırılmadan, kadeh dökülmeden olacaktır. Haliyle mevzumuz bunlar değil; bir şekilde üzerine giydirilmiş pelerini kaybetme korkusundan sesinin tonuna set çeken dostlarımızdır.
Bu dostlar mücadelenin başlama çizgisinde yer almazlar ve kulvarın ahvalinden, derin ve sancılı muhayyilenizle bitişe varmak için öngördüğünüz çözümlerden haberleri yoktur. Sadece bitiş çizgisine odaklanırlar. Böylece sizden daha uzak bir öngörüye sahip olduklarına kendilerini inandırırlar. Hâlbuki fikir diye ortaya koydukları şey, pelerinlerini sırtlarına geçirenlerin aynanın öbür tarafından seslenip durduklarıdır. Kendilerine olan muhabbetimizden dolayı onları tasvir ederken kelimeleri özenle seçtiğimiz bu dostlarımızın üç aşamada yaşadıkları tek bir ceza vardır: vicdan törpüsü. İlkini sizi ikna etmeye çalışırken, ikincisini aynanın diğer tarafına ‘haklısın’ derken ve sonuncusunu da siz bitiş çizgisine varmadan yaşarlar. Fakat pelerinleri vicdanlarının ses duvarları olmak kudretindedir. İçlerinde büyüyen azabı kendilerince masum sebeplerle yatıştırıp suskunluklarını en büyük bir gayretle önünüze bırakırlar.
Bu vicdan muhasebesinin cam şişedeki berrak su şeffaflığı mesabesindeki yegâne sebebi ise hakikati perdelemeleridir. Bu dostlar, eğer vicdanlarını kendi içlerinde dahi susturacak katılığa niyet etmemişlerse -ki ettikleri an ünsiyetin kalbini bıçaklamış olacaklardır- muhtemelen ömürlerinin sonuna kadar hakikate ettikleri bu eziyetin bedelini derin vicdan muhasebesiyle ödemeye memur etmişlerdir kendilerini.
Her şeye rağmen; halen dostumuz olarak bildiğimize göre, bıçak kınından çıkmamıştır ve hakikatin bahar geçmeden filizleneceğine dair umut vardır.
İbrahim Halil Aslan
5 Yorum