Türkçe ve Modernleşen Türk Şiiri

Erkan Terzi, Türk Şiirinin modernleşme süreciyle ilgili bir yazısı dizisine başladı, özellikle öğrencilerin istifade edeceğini düşündüğümüz bu dizinin ilk yazısını yayımlıyoruz.

***

Türk Şiirindeki modernleşme nasıl ve ne zaman başladı sorusunu sorduğumuzda karşımıza cevap olarak Tanzimat’ta yaşanan medeniyet krizi ve Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra yetişen ilk neslin (Şinasi-Ziya Paşa-Namık Kemal mektebi de diyebiliriz) edebiyatımızda ve şiirimizde başlattıkları asrileşme faaliyetleri çıkacaktır. Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar da “Türk Edebiyatı medeniyet kriziyle başlar” demiştir. Tanpınar’ın “kriz” dediğini daha ileriye götüren isimler de olmuştur. Hıfzı Tevfik Gönansay ve Mustafa Nihat Özön gibi 19. asır Türk edebiyatını eserlerinde işleyen zümreyi bu bahsettiğimiz isimlerden sayabiliriz.

Türk şiirinin modernleşme sürecindeki önemli siyasî ve sosyal gelişmelerden birisi şüphesiz 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’dır. Medeniyet krizi dediğimiz vaka da bundan sonra başlar. Tanzimat Fermanı bir nevi Batı’yı her alanda üstün kabul ettiğimizin ve Batılılaşmayı bir seçenek olarak tercih ettiğimizin resmidir. Bu tarihten sonra Islahat Fermanı, Meşrutiyet gibi Batılılaşma adımları da devam edecektir. Elbette yaşanan bütün bu medeniyet krizlerinden Türk şiiri de nasibini alacaktır.

Tanzimat Dönemi’nin aydınları, yaşanan medeniyet krizinden bağımsız bir şekilde hareket etmemişler, bilakis edebî kaygılarına denk düşen siyasî ve sosyal meseleleri ve şahsiyetleri eserlerine taşımışlardır. Misal olarak, Tanzimat Dönemi’nin önde gelen sanatçılarından Şinasi, dönemin en önemli siyasî şahsiyetlerinden Mustafa Reşid Paşa için bir kaside kaleme almıştır. Şairin 1858 yılında kaleme aldığı bu kasidenin bir beyiti de şudur:

“Ne aceb nâtık-ı icâz-ı hikemdir dehenin
Âyet-i beyyinedir âleme her bir sühanın”

Şinasi, Paşa için yazdığı kasidesinin yukarıdaki beyitinde, Paşa tarafından halka söylenen sözlerin apaçık bir ayet olduğunu belirtmiştir. Yine Şinasi onun için “medeniyet rasulü (peygamberi)” ifadesini kullanır.  Mustafa Reşid Paşa’dan bahsetmeden Tanzimat devrinden bahsetmek mümkün değil gibidir. Bir zaman sonra, Mustafa Reşid Paşa “Türkiye tarihinin en büyük başbakanı” olarak en popüler tarih kitaplarında zikredilecektir. Bilindiği üzere Mustafa Reşid Paşa, “yenileşme” tarihimizin de adı en çok zikredilen isimlerinden biridir. Bu açıdan Türk edebiyatı tarihi açısından oldukça önemli bir şahsiyettir.

19. yüzyıl Batılılaşma sürecinde Türk edebiyatını ve şiirini yakından ilgilendiren bir vaka da “dilde sadeleşme” meselesidir. 14. yüzyıla kadar dayanan bir geçmişi vardır dilde sadeleşme bahsinin. Divan geleneğinin güçlenmeye başladığı dönemlerde sadeliği savunanların sesleri daha da artmış ve neredeyse her yüzyılda birileri çıkıp kullanılan dilin anlaşılmaz ve ağır olduğundan yakınmıştır.

19. yüzyıla gelindiğinde ise durum iyice derinleşmektedir. Tanzimat’ın birinci dönem sanatçıları, konuşma dili ile yazı dilinin birbirinden ayrılmış olmasından, aşırı süslü bir dilden, Türkçeye mahsus bir sözlük bulunmayışından, millî dilden uzaklaşılmasından şikâyet ederek dilin ıslah edilmesinin ve sadeleşmesinin lüzumuna dikkat çekerler. Ancak, dikkat edilmelidir ki; eski geleneğe göre yetiştiklerinden, edebiyat yapma kaygısı taşıdıklarından ya da birçok farklı meseleye birden eğildiklerinden sadeleşme konusunda öne sürdükleri fikirleri uygulayamamışlardır. Bu minvalde Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” Tanzimat sanatçılarının genel durumunu görebilmek açısından ipuçları sunar:

“Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten
Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten”

Kasidenin edebî dili ağdalı olmakla birlikte; siyasi ve sosyal birçok meseleyi gündeme getirmesi açısından önemlidir.

Tanzimat sanatçılarının halkı aydınlatmak için edebiyatı araç olarak kullandıklarını ve bunun mümkün olması için de sadeliği savunduklarını biliyoruz. Bu durum Tanzimat’ın ikinci dönem sanatçılarında farklı tezahür eder ve edebiyatın sanat için olduğu fikri kabul edilir. Servet-i Fünun sanatçıları bu fikri daha da ileriye götürürler ve Divan geleneğinde dahi kullanılmayan süslü, ağdalı kelimeleri eserlerine taşırlar. Fecr-i Ati’de de durum farklı değildir. Aynı yıllarda, bilhassa taşrada dilde sadeleşme tartışmaları devam etmektedir. Dönemin sıkıyönetimi, edebiyatçıların bu tartışmaları taşraya taşımasına sebep olmuş ve sessiz denilen dönem de aslında pek de sessiz geçmemiştir. Yine bu tartışmaların taşrada çıkarılan “Çocuk Bahçesi” isimli dergide de yapıldığı ve derginin devlet eliyle kapatıldığı manidardır.

II. Meşrutiyet’ten sonra artık tabiri caizse “Türkçeleşen Türkçedir” anlayışı baş gösterecek; Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem, zıt kutuplar arasında bir yol tutacak (tasfiyecilik – muhafazakârlık arasında) ve millî bir dilin uğraşı içine gireceklerdir. Bu minvalde, Ömer Seyfettin’in yazdığı “Yeni Lisan” makalesi, Ziya Gökalp’in yazdığı “Türkçülüğün Esasları”ndaki dil bahsi ve “Lisan” şiiri, dilde sadeleşme tartışmalarına açılan yeni çığırın fikri temellerini bize vermektedir.

“…

Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı;
Müterâdif sözlerden
Türkçesini almalı.

…”
(Lisan, Ziya Gökalp)

Onlara göre anlamı bilinen, söylenişinde güçlük olmayan ve halkın diline mal olmuş kelimeler kökeni ne olursa olsun Türkçeleşmiştir, ancak halkın bilmediği, söylenişi Türkçenin tabiatına aykırı kelimeler, Arapça-Farsça edat ve dil kurallarıyla birlikte atılmalıdır.

Cumhuriyet Dönemi ise dil için seferberliğin ilan edildiği bir dönemdir. Türk diline olan yoğun eğilimle birlikte köklü adımlar atılmıştır. Ancak, millî olmak kaygısıyla atılan adımlar dili bir çıkmaza sokmuştur. Kamusal olarak, kelime bulma, türetme seferberliği yaşanmıştır. Bu dönem dilde tasfiyeciliğin başladığı dönemdir. Yapılan hatalardan sonraları dönülmüş ve Atatürk’ün vefatına kadar “Türkçeleşen Türkçe” anlayışı yeniden hâkim olmuştur.

“Öz Türkçecilik” (tasfiyecilik) tavrı Atatürk’ün vefatından sonra tekrar gündeme gelmiştir. Bu sebepten, 1940 ile 1980 yılları arasındaki kırk yıllık süreçte, sert bir şekilde geçecek “muhafazarlık – uydurmacılık” tartışmaları edebiyat tarihimize girecektir. 1980’den sonra tartışmalar duraksamaya ve tasfiyecilik söylemleri zayıflamaya başlar.

Bu devirden sonra ise artık teknolojik gelişmelerin ışıksızlığında bir dil devri başlayacaktır.

 

Erkan Terzi

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir