(dör döküntü defteri – 23)
bu mevzuda yazdığım ilk yazıya (dördöküntü-22) yapılan yorumlara bakılırsa bazı meseleleri tavzih etme ihtiyacı var. zaten ben de bir girizgâh yapmıştım: “bu konuyu ele almam bir ihtiyaç ise meseleyi daha tafsilatlı bir şekilde yazarım” diyordum. nitekim edebifikir’de mezkûr yazının altına girilen yorumlara bakılırsa bir beklenti oluşmuştu. bu beklentiyi boşa çıkarmayacak bir çabaya girdim ama galiba netice alamayacağız. dört bin kelimeye yaklaşan üç bölümlü bir metin yazmıştım. dördüncü bölüme başlamadan yazıyı sulhi abi’ye gönderdim ancak kendisi yazıyı yayınlamaya taraftar olmadı. biraz şevkim kırıldı ama inşallah devam edeceğim, bitireceğim yazıyı. muhtemelen edebifikir’de neşredilmeyecek. beklentide olanlar için birkaç hususu, elimden gelen teenni ile yazmaya çalışacağım.
ben nakşibendiliğin sosyal ve tarihî anlamını konuşabilecek insanların çok olduğunu sanıyordum. “bizden korkmaya devam edin!” serlevhalı yazıyı da bu yüzden yazmıştım. ama bu konuda konuşacak pek az kimse varmış. zaten o yazının mostar’da neşredilme macerası da hayal kırıklığıyla dolu oldu benim için, üstad muharrem cezbe yazılarına bu yüzden son verdim. mevzumuza gelelim: istanbul müftüsü hasan kâmil yılmaz’ın bu yazının mevzusuyla alakalı söylediklerini işittiniz veya okudunuz mu? nakşibendi geleneğinden gelen, akademisyenlik tecrübesi geçirmiş, üstelik “ana hatlarıyla tasavvuf ve tarikatlar” diye kitap yazmış birisinin tarih bilgisi ve devlet şuurunun nasıl böyle bir açıklama yaptırdığını anlamak zor. insanın aklına ister istemez ismet özel’in sorusu geliyor. “ben de trençkot çetesindenim” yazısını şair şöyle bitiriyor:
“nakşibendî tarikatına mensup insanların sayısının azımsanmaz ölçüde olduğu türkiye’de insanların iç dünyaları itibariyle mi, yoksa banka hesapları itibariyle mi terakkiye mazhar kılındıkları sorulmaya değer. fakat şu suale dücane cündioğlu cevap vermelidir: acaba ülkemizde trençkot çetesine mensup olmak mı, nakşibendî tarikatlarından herhangi birinin başında bulunan bir şahsa intisap etmek mi ‘yerlilik’tir?” (yeni şafak – 24 nisan 1999 cumartesi)
bu konuda tuhaf olan bir durum da devlete çok güvenilmesi. bizim devlet telakkimizde birçok sıkıntılar var. devletimizin reflekslerinin sağlam ve doğru işlediğini düşünmek bana yanlış geliyor. bugün ta osmanlı’dan bu yana berkişmiş, yerleşmiş bir devlet telakkisi ile bakıyoruz dünyaya. osmanlı devleti kendisine meşruiyet dayanağı olarak din-i mübini seçmişti. “din ü devlet” bir kalıp olarak yerleşmiş, ikisi aynı bilinmiş, devlete itaat etmek din bilinmiş. devletin işleri, din ile muaheze edilmişti. ama gün döndü, cumhuriyet ilan edildi, 1928’de anayasa’dan devletin dininin islam olduğu ibaresi çıkarıldı. “din ü devlet”in din’i gitti, geriye devlet kaldı. “ceğhape zihniyeti” dediğiniz aslında bu dini gitmiş devletti. osmanlı bakiyesi bürokrasi geldi ankara’ya yerleşti. dün osmanlı zamanında istanbul’a bostancıbaşı’nın izniyle giriyordu anadolu’dan gelenler. ankara’nın modern caddelerine ise nevzat tandoğan, şalvarlı anadolu köylüsünü almıyordu. bu sıraladıklarım, “devlete bağlılık” şartlandırmasıyla yetişmiş zihinlerinize tuhaf gelebilir. ama sanmayın ki bunları devlet düşmanlığından ötürü yazıyorum, aksine devletten ne anladığımız doğru bir yere otursun istiyorum. mesela bir soru: “devlet, cemaatleri denetlesin!” diye bağıranlar acaba devleti kimin denetleyeceği konusunda bir fikre sahipler mi? evet, soralım: devlet, tartışılmaz ve muahezeye çekilmez bir şekilde denetleme mi yapacak? “hocam, anayasa var, kanunlar var, hukuk var.” bu cümleleri duyunca sizin de gülesiniz gelmiyor mu? idamından elli yıl sonra varidat kitabı hakkında nakşi şeyhi abdullah-ı ilahî hazretleri tarafından “keşfu’l-vâridat” adıyla bir şerh yazılan şeyh bedreddin hazretlerini bugün “râfızî” diye takdim ediliyor. devletimiz, hasım ilan ettiğini “râfızî” ilan etme eğilimindedir. yerine göre devletsiz de ilan eder. kemalpaşazade, isyan eden bir aşiret grubunu “etrak-ı bidevlet” yani devletsiz türkler diye vasfeder. bu devlet işi o kadar problemli hale gelmiştir ki devletin gölgesini duymayan kişi kendini garip hisseder olmuştur. devlet memuru değilse kendisini işsiz saymıştır. her iş devlete havale edilir, sonra da artık boş verilir olmuştur. “türk devletsiz olmaz!” denmiş ama türksüz devletin ne olacağı akla getirilmemiştir. türk’ün yerinde yeller eser hale gelmiş, devlet hâlâ kibrinden ayıkmamıştır. uzun uzun misaller verip izahatlar da bulunmak gereken bu bahsi kısa tutmak zorundayım, sebebini yazının başında izah ettim.
devlet telakkimizden doğan iki büyük problem: 1.) devlet ile millet arasında kuvvetli bir ayrılık doğmuştur. 2.) devletin yapısı, elimizden erginliğimizi/yetişkinliğimizi almış ve bizleri mükellef ve mesul olmaktan düşürmüştür. nasıl? basitçe birinci problem: devletimiz her meselede kendi otoritesinin sarsılmamasını öne almıştır. bunun için milletin elindeki kıymetleri de eritmiştir. osmanlı’yı ahiler kurmuş ama ahilik şehirdeki devlet otoritesini gölgelediği için bizzat devlet tarafından eritilmiştir. kalenderi tarikatına heterodoks ve “ehlisünnet ile zıtlaşmış” diye değil 2. bayezıt’a suikast teşebbüsünde bulunan bir derviş yüzünden takibât uygulanmıştır. zaman içinde devletin derdi başka, milletin derdi başka olmuştur. devlet başı sıkıştığı zaman millete müracaat etmiştir ama katılaşıp kemikleşen bu sıkıntının faturası bugüne çıkmıştır. ikinci problemi hülasa etmeye çabalayalım: 1600’lerde yaşayan, dedesi tımar arazisinde çiftçilik yapan 17 yaşında bir genci düşünelim. devletten kiralanmış arazide, dedesinin emrinde çalışıyor. dedesi vakti geldi deyip bu delikanlıyı karşı köyden arkadaşı ahmet ağanın torunuyla nişanlıyor. evleneceği kızı ancak zifaf gecesi gören gencimiz bu şekilde evleniyor ve dedesinin evinin bir bölümünde yaşıyor. bu şemaya bakılırsa, gencin üzerinde ne mülkiyet ne cinsiyet konusunda sorumluluk var. hatırlayalım, osmanlı devleti’nde toprağın %85’i devletin arazisiydi. yani gencimiz kurulmuş bir çarkın işleyen sağlam bir unsuru oluyordu. her şeyi “büyükler biliyordu” ve “devletimiz başımızdaydı”. işte bu yapı, bugünün modern dünyasına karşı bir şahsiyet yetiştirmemize müsaade etmeyen bir vasıf taşıyor. kendi içinde, zamanında anlamlı bir sosyal işleyişe sahip olabilir belki ama bugüne yetişkin olamayan, her sorumluluğu üzerinden atan bir insan tipini bize getirdi. türkiye’de bir konuda üzerimizden sorumluluk atmak istiyorsak hemen “devlet şöyle yapsın”, “devlet baksın”lı cümlelere müracaat ederiz ki “tarikat ve cemaatler devlete bağlansın!” ünleminde de böyle bir durum vardır. “islâm bizim için ne ifade ediyor, islâm şimdi bizim neyimiz?” sorusuna cevap vermekten kaçındığımız, kendi müslümanlığımızın sorumluluğunu almadığımız için işi devletin üstüne yıkıyoruz. bu tartışma, kökünde, bu sıkıntının bir tezahürüdür.
öte taraftan, devletimiz dünyanın en mahir devşirme tecrübesine sahip devlettir. hem halkın sadakatini kendisine celp etmiş hem de içinden alıp “devlet terbiyesi”ne soktuğu insanlar aracılığıyla halkın sahici bir müslümanlık talebini “yokuşa sürmüştür”. imâm âzam ebû hanîfe’nin ısrarla devlet memuru olmaktan kaçmasını bugünün türkiye’sindeki insanlara anlatmak pek müşkül bir iştir. şeyh bedreddin hazretlerine bir “devlet memuru”nun zihniyle bakan hasan kamil yılmaz’a aziz mahmut urmevi hazretlerinin haksız yere idam edildiğini izah etmek mümkün müdür? esas soru ise şudur: müslümanların yaşadığı tefrikaya ve ülkemizdeki devlet telakkisinin yeniden ele alınma zaruretine rağmen, tasavvuf erbabı ve tarihteki özel yerine binaen hususen nakşibendilik: insanlığı faizci, sömürücü, hazcı ve tahrip edici, tüketen ve borçlanan insanı imal eden kapitalist medeniyetin tahakkümünden çıkarabilir mi? bu soruya dücane cündioğlu değil sulhi ceylan cevap versin.
mehmet raşit küçükkürtül
tarikat ve cemaatler devlete bağlanınca kafirler sevinecek mi?
5 Yorum