Fragman I – İstikbâlin Padişahından Bir Bebeklik Hâtırası
1830 yılında, bir Berat gecesinde dünyaya gelen istikbalin Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz için, Osmanlı tarihinde başka bir örneğine (şimdilik) rastlamadığımız hoş bir hatıra bulunmaktadır. Arşivde, Abdülaziz Han’ın oğlu Halife Abdülmecid Efendi’nin evrakı arasından çıkan belgeye göre; anne Pertevniyal, yeni şehzadenin doğumunu, babası Sultan II. Mahmud’a şöyle müjdeliyor:
“Necabetlü Sultan Abdülaziz hazretleri dünyaya kadem basdıkları vakitde kendi mübarek yed-i şeriflerinin basdığı nişan ve resm-i bergüzar olmak zımnında tahrire ibtidar olundu.”[1]
Tabii, Osmanlı arşivlerinde bu belge gibi yüzlerce örnek bulabiliriz. Fakat bunu diğerlerinden ayıran özelliği, belgede yeni doğan şehzadenin el izinin de yer almasıdır. Dolayısıyla bu evrakı, günümüzde piyasada satılan bebek el/ayak izi baskı kitlerinin, bizdeki bilinen en eski bir örneği saymak herhalde yanlış olmaz.
Fragman II – Kâzım Karabekir Soyadını Ne Zaman Almıştı?
İnkılap Tarihi ders kitaplarındaki bir ayrıntı dikkatinizi çekti mi, bilmem. Kitapta İstiklâl Harbimizin asker ve sivil kadrosunun isimleri yeri geldikçe anılırken, soyadları parantez içinde hatırlatılır; İsmet (İnönü) Paşa, Refet (Bele) Paşa, Rauf (Orbay) Bey gibi… Yalnız bu durumun bir istisnası vardır: Kâzım Karabekir Paşa. Zira Şark Fâtihi, bu yıllarda zaten bir soyadına sahiptir.
Kâzım Karabekir, henüz 1911’de, daha askerî hayatının başlarında iken Harbiye Nezâreti’ne bir dilekçe vermiş ve aile lakabı olan “Karabekir”i, resmî soyadı olarak kullanmaya başlamıştır. Soyadı Kanunu’na ise henüz 23 yıl vardır…
Fragman III – Yüz Kelimelik Övgü
Zhu Yuanzhang (1328-1398), Çin’deki yaklaşık bir yüzyıl süren Moğol/Yuan Hanedanı egemenliğine son verip Çin asıllı Ming Hanedanı’nı kuran ve ilk imparatoru olan önemli bir tarihî şahsiyettir.
Zhu Yuanzhang’ın ilginç gelebilecek özelliklerinden biri de İslâm dinine yaklaşımıdır. Çin’deki Moğol hâkimiyeti döneminde Müslümanlar ülkedeki nüfuz ve etkinliklerini ciddi manada arttırmıştır. Müslümanlar yalnız nüfus bakımından artış göstermemiş, yanı sıra bürokrasi, bilim, ekonomi ve askerlik alanlarında da etkili konumlara yükselmiştir. Bu da tabii olarak iki büyük medeniyet arasında bir etkileşim sağlamıştır. Bu etkileşimin -mesela- dinî sonucunu “Hui-Ru (Konfüçyanist Müslümanlık)” kavramının ortaya çıkmasında görebiliyoruz.
Moğolların yerine gelen Ming Hanedanı ülkedeki Müslüman varlığını, Çin’e vaktiyle dışarıdan gelen Müslüman toplulukları da Çin kültürünü benimsemişlerdi. Bunun bir sonucu olarak da; ülkede Tibet Budizmi, Maniheizm ve Hıristiyanlık ile ilgili kısıtlamalara gidilmişken Konfüçyüsçü fikriyata muvâfık görüldüğü için Musevî ve Müslümanlara dinî serbestlik tanınmıştı.
Zhu Yuanzhang ülkenin bir şehrinde camiler inşâ ettirmiş, daha da ilginci İslâm Peygamberini öven bir şiir kaleme almıştı. “Yüz Kelimelik Övgü” (百字讃 / Bǎi Zì Zàn) isimli şiir, yüz karakterden ibaret bulunan bir İslâm ve Hazret-i Muhammed övgüsüdür. Tabii bu durum Çin Müslümanları arasında imparatorun gizli Müslümanlığına yorulmuştur. Nitekim 16. yüzyıl başlarında Çin’e giden seyyah Ali Ekber Hıtâî; gözlemlerini derlediği ve önce Yavuz Sultan Selim’e, ardından da Kanuni’ye sunduğu Hıtâynâme’de, kendi dönemindeki Çin hükümdarının da Müslümanlığını iddia eder ve konuyu şöyle bağlar: “Doğudaki bütün kâfirlerin Müslümanlığa karşı tam meyilleri vardır.”[2]
Zhu Yuanzhang’a dönersek, yazdığı şiirin tercümesi şöyledir:[3]
“Kâinat onun adının yazılı olduğu göksel tabletle başladı,
O Batı diyarında doğmuş, dini tebliğ eden büyük bilge,
O otuz parça (büyük olasılıkla cüzden bahsediyor) halinde kutsal yazıları bahşetti,
Tüm yaratılanları yönetti.
Hükümdarların efendisi, on bin bilgenin lideri.
Kaderin yardım ettiği, ümmetin yöneticisi.
Beş vakit namazın her birinde,
Ümmetin esenliği için sessizce dua eder.
Muhtaçları hatırlayarak dualarını Allah’a yöneltir.
Onları (ümmetini), gaybı bilen, belalardan selametlere ulaştırır,
Her nefs ve nefisten üstündür ve her türlü kınanacak amelden uzaktır.
Yolu tüm zamanlar için üstün olan, tüm âlemlere bir rahmet.
Cehaletten vazgeçin; Bir’e, yani İslam denen dine dönün.
Muhammed en asil bilgedir.”
Fragman IV – “… İyi Ama Çevresi Kötü”
Kâzım Karabekir, eli kalem tutan bir subay olarak memleket meseleleri hakkında sağlam fikirleri olan değerli bir isimdir. Yazdıklarının özü güncelliğini bugün de büyük ölçüde korur. Zaten bizim memleketimizde bazı meseleler söz konusu olduğunda tarih çizgisel olarak ilerlemez, döngüsel bir hâl alır ve başa tekrar tekrar dönülür. Mark Twain’e atfedilen “Tarih tekerrür etmez fakat kafiyelidir.” yaklaşımına, büyük Mehmed Âkif daha farklı ve bizden (Gerçekten bizden mi? Âkif’in ahlakının, içinde bulunduğu toplumun birkaç gömlek üstünde olduğunu düşünürüm) bir izahla cevap verir:
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
‘Târîh’i ‘tekerrür’ diye ta’rîf ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Karabekir’in ilk gençliğinden bir hatıra ve tespitini paylaşmak isterim. Genç Harbiyeli’nin sevip saydığı hocalarından Muhtar Paşa’nın derste kurduğu bir cümle, koridorda bir muhbir tarafından işitilir ve hemen Yıldız Sarayı’na jurnal edilir. Paşa mabeyne çağırılır, birkaç gecelik zorunlu misafirlikten sonra meseleyi Sultan II. Abdülhamid’e izah eder ve kendisini kurtarmayı başarır.
Başından geçenleri genç muhatabına anlatan Muhtar Paşa, cümlelerini şöyle tamamlar:
“Padişah büyük ama etrafı berbat… Bunun için böyle perişanız.”
Karabekir dayanamaz:
“Paşam, bir muhit ki fenadır, onu etrafına toplayanın ruhunu göstermez mi? Fenaları seçip de onun etrafına gönderen mi var?”
Bunun üzerine Muhtar Paşa da hakiki düşüncesini açığa vurur:
“Allah feyzini artırsın ve bu millete büyük hizmetlere muvaffak etsin. Daha tahsilinizi bitirmeden, oraları görmeden vaziyeti takdir ediyorsun. İş dediğin gibidir fakat nasıl ilan edersin?”[4]
“Oraları görmeden”… Hatırat literatürümüz artık oraları görüp anlamamıza yetecek kadar geniştir. Yıldız Sarayı’nda mabeyn kâtibi olarak görev yapmış olan İsmail Müştak Mayakon’un hatıratı “Yıldız’da Neler Gördüm?”de, Sultan’ın liyakat yerine sadakati makbul saymasının ve tek vasfı sadakati olan bu tipleri etrafına doldurmasının neticelerini örnekleriyle görürüz.
Peki ya dindarlık bir tercih kriteri midir? Mayakon, Sultan’ın kendisini şöyle tavsif eder: “Müslümanlığı samimi, dindarlığı siyasi idi.” Ve fakat etrafına topladıklarının ne liyakati ne de dindarlığı geçer akçedir. Namaz kılmayı bilmeyen Turhan Paşalar, Ramazan’da oruç yiyen sadrazamlar, rakı yapıp satan Ragıp Paşalar,… “Onun kendi adamlarından istediği şey Müslümanlık değil, bendegânlıktı. Dine riayetten evvel padişaha sadakat lazımdı.”[5]
Demek ki bazı şeyler hiç değişmiyor; “Ulu Hakan”a sanal âlemde söylettirildiği gibi, “Tarih değil, hatalar tekerrür ediyor.”
Halil Karataş
Kaynaklar
[1] Ali Akyıldız, “Modern Bir Geleneğin Tarihteki İzdüşümü: Bebek (Sultan) Abdülaziz’in Elinin İzleri”, Toplumsal Tarih, sayı 324 (Aralık 2020), s. 62-67 (Belge için; BOA, Mabeyn Evrakı (MB), 939/60)
[2] Ali Ekber Hıtaî, Hıtaynâme, (haz. Celal Aslan), Ankara 2021, s. 51.
[3] Zülal Çelik’in tercümesi için; https://cgtnturk.com/hz-muhammede-siir-yazan-cin-imparatoru-kimdi/ (Erişim tarihi: 15.05.2024)
[4] Kâzım Karabekir, Hayatım, İstanbul 2020, s. 174.
[5] İsmail Müştak Mayakon, Yıldız’da Neler Gördüm?, haz. Ali Yılmaz, İstanbul 2010, s. 85-90.