Talat Paşa’nın tarihteki rolünü merak ediyorum. Sultan Abdülhamid Han’ı ziyaret etmiş, kısa da olsa görüşmeleri olmuştu bildiğim kadarıyla.
Talat Paşa’nın Sultan ile görüşmesi tek başına olmamıştı. Bir heyet olarak eski Sultan’ın huzuruna çıkmışlardı. Bir de onlar Sultan’ı ziyarete gittikleri vakit ülke çok zor bir duruma düşmüştü. Daha sıkıntılı bir süreçte bu ziyaret gerçekleştirildi yani.
Görüşmede neler oldu?
Sofadan girilince karşılaşılan merdivenlerin hemen sol tarafındaki kısa bir koridor üzerinde bulunan, Harem dairesinin alt katında, arka cephede yer alan münzevi ve küçük bir oda… Aynı koridorun solunda küçük bir istirahat odası, sağında bir abdesthane ve servis merdivenlerine çıkan bir kapı vardı. Odanın yüksek tavanından başlayan pembe nakışlar ve ara geçişli figürler duvar boyunca kendini gösteriyordu. Tavanın tam ortasını ise Baccarat yapımı on iki kollu bir avize süslemişti; gök mavi bir gövde üzerinde beyaz billurdan kanatları olan vasat bir saray objesiydi. Oda girişinin hemen sağında duran tuvalet masası oldukça eski ve eğretiydi. Üstüne dizilmiş enva-i çeşit ilaç şişeleri ise odada kalan misafirin ciddi hastalığını haber veriyordu. Aslında uyku ile arası hiç iyi olmayan büyük konuğun karyolası ise bu masanın yanına kurulmuştu. Yıldız Sarayı’ndan tüm Osmanlı’ya hükmederken normal bir hastane karyolasında yatan, hatta Selanik’teki sürgün günlerinde iki koltuğu birleştirerek yatak yapan biri için fazlasıyla lükstü, ama bir saray eşyası olarak düşünüldüğünde sıradan ve banal duruyordu. Az sonra çöl rengi dokumasında altı adet Mühr-i Süleyman bulunan seccadenin üstüne vuran siluet, hafifçe bükük beli ve haşmetli sakallarıyla rükûa varan bir adamı işaret ediyordu. Oldukça yavaş şekilde namaz kılan bu kişinin belirmeye başlayan ve yıpranmış bir haritayı anımsatan yüzü, “33 sene tacında tevhid parlatan” yorgun ve hasta bir savaşçıya aitti; sabık Sultan Abdülhamid Han’a…
Beylerbeyi Sarayı’nın Baş muhafızı Albay Rasim Bey, namaza başlamadan önce içeri girerek Abdülhamid Han’a, Padişah Mehmed Reşad tarafından gönderilen ve İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın başkanlık ettiği bir heyetin kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Sultan da, gelen heyetin üst kattaki toplantı salonunda kendisini beklemelerini istedi.
Belki de gelen kişinin Talat Paşa olması, Sultan’ı geçmişe götürmüştür. Neticede hal’ meselesi için gönderilen heyet onların marifetiydi. Şimdi birden çıkıp geldilerse, Sultan’ın o günü hatırlamaması mümkün değildi, bana kalırsa.
Belki de dediğin gibi oldu. Neticede hadisenin üzerinden henüz altı yıl geçmişti. Çok eski bir tarih değildi. O zaman da Yıldız Sarayı’nda kendisine ulaşan “geliyorlar” haberi, içine ince bir sızı düşürmüştü. Osmanlı üzerine oynanan büyük oyunun ilk ve en önemli sahnesi birazdan yaşanacaktı. Oynanan tiyatronun farkındaydı, ama elinden bir şey gelmiyordu. Gelen heyet, Yıldız Sarayı girişinde üç subay tarafından karşılanmıştı. Nöbetçi subaylardan Selanikli Salih Bey, her birini selâmlayıp hepsiyle kucaklaştıktan sonra heyet üyelerini, Saray’ın bahçesinde bulunan bir kulübeye götürmüştü. Heyettekiler şapkalarını ve çantalarını buraya bırakırken, Emanuel Carasso’nun dalgınlığını kimse fark etmemişti. Kanun-i Esasi ilan edilmeden birkaç ay önce, şimdi Abdülhamid Han’ı ziyarete gelen Talat Paşa ile birlikte, İstanbul’un nabzını ölçmek için gizlice şehre girdiklerinde Yıldız İstihbarat Teşkilatı tarafından yakalanarak sorgu için bu kulübeye getirilmişti. Dışarıdan bakıldığında pek belli olmasa da tüm heyetteki en heyecanlı kişi Carasso idi. Filistin’de bir Yahudi devleti kurma konusunda en büyük engel diye gördükleri, üstelik kendisini bu kulübede sorgulatan Sultan’ı tahttan indirmek için heyete başkanlık etmek kolay değildi. Hatta içinde, hiç hafife alınmayacak bir korku da vardı ama bunu diğer heyet üyelerine belli etmek istemiyordu.
Carasso’nun korkusunun nedeni neydi? Neticede Yıldız Sarayı’na kazanan bir tarafın heyeti olarak gelmişler. Bana anlamsız bir korku gibi geldi.
Carasso, Sultan Abdülhamid’in Han’ın çok iyi derece silah kullandığını biliyordu. Bunun için az sonra kendileriyle yapacağı görüşmeye mutlaka silahıyla geleceğini de düşünüyordu. Ancak içindeki korku ifşa olur diye bunu diğer heyet üyelerine söyleyip söylememe konusunda tereddüt yaşıyordu. Biraz da Esad Toptanî’den çekiniyordu.
Evet, uslanmaz bir Abdülhamid Han düşmanı olan Esat Toptanî… Kişisel kinlerini öne çıkaran bir adam aynı zamanda.
Pek sevilecek bir adam değil, o konuda haklısın. Bir de, yıllar önce Galata Köprüsü üzerinde, aslında içinde bulunduğu siyasi çekişmeler dolayısıyla hasımları tarafından vurulan kardeşi Gani Bey’in, Abdülhamid Han tarafından tutulan bir kiralık katille öldürüldüğünü düşünüyordu. Bundan dolayı heyet içinde Sultan’a karşı en fazla kin duyan kişi de kendisiydi. Yani senin dediğin gibi, mesele memleket meselesi olmaktan çok, kişisel bir kindi. Carasso da, onun bir delilik ederek son dakikada bütün işleri bozmasından korkuyor, ama tedbiri de elden bırakmak istemiyordu. Nihayetinde karşılarındaki kişi normal bir adam olmayacaktı.
Her ne kadar bu heyette yer alan adamları hiç sevmesem de meselenin iç yüzünü daha iyi anlamak adına sabredip dinleyeceğim.
Sultan’a hal’ edildiğini bildirmeye gelmişler ama yine de ondan çekiniyorlar hatta korkuyorlardı. Ortama belli belirsiz bir sessizlik hâkimdi. Herkes mermisini namluya sürmüş, silahını hazır ederek tekrar beline takmıştı. Tabancasını ceketinin önüne koyan tek kişi Carasso’ydu. Bir anlık sessizliği Esad Toptanî’nin sert Arnavut şivesiyle yaptığı son uyarı bozdu: “Lamı cimi yok, silahla direnmeye çalışırsa Sultan’ı öldüreceğiz!” Mabeyn dairesinin kapısı önünde beliren heyet, Dıraç Mebusu Esad Toptanî, Sultan’ın eski yaveri Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi ve Yahudi Emanuel Carasso’dan oluşuyordu. Abdülhamid Han, yerden tamamen doğrulup güçlük çekerek yürümeye başladığında aklındaki bu sahneyi dağıtmak için sürekli “fesubhanallah” diyordu. Ama o yüzler sanki gözünün önüne gelmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Hele her şeyden habersiz olan küçük oğlu Abdurrahim’in döktüğü gözyaşları aklına geldiğinde daha da kederleniyordu. Esad Toptanî’nin, gözlerinin içine bakarak, “Biz meclisten geliyoruz, elimizde de fetva var, millet seni azletti” demesi bir girdap gibi beyninin içinde dönüyordu. Onlara karşı verdiği cevabı her adımında tekrar ederek yürüyordu: “Allah buna sebep olanları kahretsin!” İşte çalışma odasından içeri girdiğinde karşılaştığı Talat’ın yüzünü görünce aklına Yahudi Carasso’nun verdiği karşılık geldi: “Eğer Allah adil ise!”
Yüzsüzlük dedikleri de böyle bir şey olsa gerek. Bu adam, hal’ edildiğini bildirmeye gittiğinde Sultan’dan korkan ve sağ eli, ceketinin içinde sakladığı silahın üzerinde duran ve tabancasının kabzasını Sultan’a göstererek iğrenç bir üslupla karşılık veren kişi değil mi?
Meseleye duygusal yaklaşma. Analiz yeteneğini sekteye uğratır böylesi durum. Önce soğukkanlılıkla konuyu analiz et, inceliklerine vakıf ol. Hem burada benim esas anlatmak istediğim şey başka. Bu şımarık tavırları sergileyen adam, daha sonra farklı bir heyetle karşısına çıktığında, İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın en yakın dostlarından biriydi. İşte namazdan sonra karşısına geçtiği heyeti karşılarken bunları düşünüyordu, ama bu gerçekleri de kalkıp onların yüzüne vurmadı.
Heyette kimler vardı? Onların isimlerini söylemedin.
Tarihî olarak kısaca geriye doğru uzandığımız için heyette bulunanların adını vermedim ki, iki heyeti birbiriyle karıştırmayasın. Talat Paşa’nın huzura kabul edildiği ve Saray’dan gelen bu heyetin diğer üyeleri Ercüment Ekrem, Tevfik Bey ve Fahrettin Ağa idi. Sultan Abdülhamid Han, tahtta iken özellikle İttihatçıları hep yaramaz çocuklar olarak görmüştü. Yıllar boyu hepsine, çocuklarının haylazlıklarını bilen ve bu davranışlardan vazgeçmesini bekleyen şefkatli bir baba gibi davranmıştı. Yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen bu tavrını hiç değiştirmedi.
Heyet, geliş sebebini Sultan’a nasıl açıkladı? Lafa nereden girdiler merak ettim doğrusu. “Sizin 33 sene tek başınıza ayakta tutmayı başardığınız koca devleti, bizler ateş çemberinin içine attık, her işi berbat ettik, ülkeyi içinden çıkamayacağı bir kaosa soktuk” mu dediler?
Öyle demediler elbette, ama şunu söylemem lâzım ki, çok iyi iğneleme yapıyorsun. Gerçi bu adamlar daha ağırını da hak ediyorlar!
Bir milletin, koca bir devletin hayatıyla oynanmayacağını bilmeleri lâzımdı. Bunun özrü olmaz. Koskoca devleti yönetmeye talip oluyorlardı ve işin kötüsü hakkını da veremediler. Sonuçta ülkeyi çok kötü durumlara soktular.
Ben devam edeyim meseleyi anlatmaya. Abdülhamid Han, Talat Paşa ve yanındakilerin tavırlarından, bir terslik olduğunu ve bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı. O yüzden konuşmalarını beklemeden kendisi kısa bir giriş yaptı. Sözlerine başlarken de doğrudan Talat Paşa’ya hitap ederek, devlet için ne fedakârlıklar yaptığını en iyi kendisinin bileceğini söyledi. Bir nevi en çok da sen dinle, can kulağınla dinle diyordu yani.
Enver Paşa’ya dediği gibi onlara da iyi bir ders verdi demek ki. Ama ne çare ki ders alınacak zaman değildi. Yine de merak ettim, ilk olarak söze nasıl girdi Sultan?
Talat Paşa’ya hitap ederek “Yağcıoğlularından Tokatlı Osman’ı, Plevne kahramanı olunca mareşalliğe terfi ettiren bendim. Lofçalı İbrahim’i sade bir vatandaşken Batum’daki kahramanlığından dolayı en üst seviyede kumandanlığa terfi ettiren de bendim. Bugün, Gazi İsmail Paşa diye bildiğimiz adamı, Kürt dağlarında sıradan bir kişiyken Moskof kâfirine karşı yaptığı mücadeleden dolayı en yüksek kademeye çıkartan da bendim. Ahmed Muhtar Paşa’yı bile, Bursa’da bir katırcının oğluyken, Mısır’a üstün dereceli komiser olarak tayin ettim. Saltanatım boyunca atılan iftiraların aksine kişilere hiç takılmadım. Hep onların devletle ve milletle münasebetlerine baktım. Görevim boyunca yaptığım yenilikleri anlatmaya başlasam birkaç gün burada beni dinlemek zorunda kalırsınız. Cenab-ı Mevlâ beni çok kişinin rızıklanmasına sebep etti. Bu saydıklarımı tenzih ederim ama kursağında suyumuz, midesinde lokmamız bulunan niceleri kıymetimizi bilmedi…” dedi.
Anlayana çok güzel sözler etmiş. Kaldırıp taş atsa bu kadar tesirli olmazdı. Gerçi heyet bu sözlere nasıl tepki verdi bilmiyorum, ama normalde yerin dibine girmeleri lâzımdı.
Sultan’ın bu sözleri bir anda tüm heyeti sarstı aslına bakarsan. Gerçi beklemedikleri bir şey duyduklarını sanmıyorum, ama yine de Sultan’ın naif bir insan olduğunu bildikleri için belki acı gerçeği yüzümüze vurmaz diye düşünmüş olabilirler. Yoksa bu sözleri ve bunlardan daha ağırlarını da hak ediyorlardı. Orası ayrı dedim ya… Zaten heyettekilerden özellikle Talat Paşa’nın yanakları hafiften kızarmaya başlamıştı o sözleri duyunca.
Bu kadar kısa giriş yapmamıştır değil mi? Yani bu güzel ve seviyeli fırçanın devamı olmalı diye düşünüyorum.
Ben fırça demiyorum ama devamı var elbette. Abdülhamid Han eskiye gönderme yaparak o zaman padişah olduğu için kılıcının keskin, haliyle de etrafının da kalabalık olduğunu hatırlattı. Sonra kısa bir hikâye anlattı ki bu hikâye en çok senin hoşun gidecektir.
Merak ettim şimdi bak! Kesin, Sultan’ımız taşı gediğine koyacak bir şey söyledi bu yaramaz çocuk olarak gördüğü adamlara.
Hemen nakledeyim de merakta kalma. “Bir cuma günü Hamidiye Camii’nde namazı kıldıktan sonra kapıda bekleyen arabama doğru yürürken ayaklarıma doğru bir köpek musallat oldu. Belli ki kendisini sevdirmek istiyordu, başını okşadım geçtim. Ertesi hafta cuma günü o köpek yine oradaydı. Yine başını okşadım. Sonraki hafta yine oradaydı ve bu sefer ısrarla peşimden gelmeye çalışıyordu. Hatta arabanın içine atlamak için hamle bile yaptı. Görevliler her yanı yara bere olan bu köpeği kovalamak isteyince duruma müdahale ettim. ‘Bırakınız binsin’ dedim. Onu arabanın içine aldım. Saray’a götürdüm. Önce güzelce yıkattım ve karnını doyurdum. Sonra yaralarını tedavi ettirdim. Baktım çok iyi bir mahlûk, ismini ‘Chérie’ koydum. Siz Fransızca bilirsiniz, ‘canım’ demek bu. Çoklarının elinden tuttum. Birçok âdeme vesile oldum. Elimden geldiğince gençlerin önünü açtım. Avrupa’ya tahsile gidiyorum deyip oradan devletin altını kazan adamlara bile, kendi kesemden harçlık gönderdim. Bir umut, düzelirler diye. Ama maalesef, birçoğunda, köpeğimdeki sadakati görmedim! Ben, eski Sultan Abdülhamid Han, bu saraya ilk geldiğimde bile hakaretlerle karşılandım. Yanıma korkudan kimse uğramazdı. İlk günlerimde yatak odamın yanına bir banyo yapılmasını istedim. Kimse oralı bile olmadı! Enver Bey oğlumun babası Ahmet Paşa yardımcı olmasa banyo bile yapamayacaktık. Sandallara atlayan İstanbul ahalisi saraya yanaşıp bana sesleniyor diye bazı odalara çıkmam bile yasaklandı.”
Abi, gerçekten bu kadar olur. Hem örnek hem de sonrasında söyledikleri… Yani ne eksik ne fazla… Tam kararında.
Bu sözleri söyledikten sonra, taşı esas gediğine koydu. Zamanında kendisine koyulan yasakları hatırlattıktan sonra “Şimdi neler olduysa, önce gazete okumamı serbest ettiniz, sonra fikir sormaya başladınız, şimdi de heyetle geliyorsunuz. Biz su almaya başlayan bu büyük ve eski teknede topu topu kırk kişiyiz evladım. Birbirimizi biliriz. Sadede gel sen…” dedi.
Yani çok sıkıntı çekmeye gerek yok, ben her şeyin farkındayım, siz anlatın bakalım derdiniz ne, neler oluyor diyor.
Buraya kadar Sultan’ı dinleyen Talat Paşa söze giriyor ve acil bir tehlike arz etmek için geldiklerini, vaziyetin çok ciddi olduğunu utana sıkıla anlatmaya başlıyor. Ancak Sultan “vaziyet çok ciddi” sözü üzerine “Bunu tüm dünya biliyor evladım. Düşman denizden ve karadan Çanakkale’yi zorluyor. Allah evlatlarımızı saklasın!” karşılığını veriyor. Talat Paşa, “Efendim bunu söylemek benim için zor, ama şiddetli savunmaya rağmen Allah göstermesin, Allah göstermesin…” diye sözlerini gevelemeye başlayınca Abdülhamid Han “Söyle oğlum söyle, biz kimin ayıbını yüzüne vurduk ki sizinkini vuralım?” diyor.
Eh, hak etmedikleri bu nazik tavırdan sonra konuya girmişlerdir herhalde…
En azından Talat Paşa meseleyi açmayı başarıyor ve İngilizlerin Boğaz’ı aşmaları durumunda, Padişah, hükümet ve saltanat ailesinin esir olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğini söylüyor. Olası bir İngiliz işgalinde kötü bir barış antlaşmasına imza atmamak için, gerek Padişah’ın gerekse meclisin karar aldığını, Anadolu’ya gidilerek savaşa oradan devam edileceğini de ekliyor. Sonra da esas meseleye geliyor ve “Padişahımız, sizin için Konya’da Çelebi Efendi’nin konağını boşalttırmıştır. Eğer korkulan durum olursa Padişah Efendimiz tarafından hangi şehirde kalmak istediğinizi öğrenmek için görevlendirildim. Emir ve iradelerinizi bekliyoruz” diyor.
Şimdi burada da kesin okkalı bir cevap gelir. Sordukları soruya bak! Alacakları cevabı tahmin etmiyorlar mı acaba?
Etseler ne olacak? Padişah yollamış. Mecburen gelip soracak. Bu soruyu sorduğu zaman da Abdülhamid Han’dan, mermer ağırlığında cevaplar almaları kaçınılmaz elbette. Ama dediği gibi “Kimin ayıbını yüzüne vurmuşlar ki?” bugün kalkıp bu heyetin geçmişteki kusurlarını yüzüne vursun?
Peki, Abdülhamid Han ne cevap verdi?
Tehlike ve felaket haberiyle karşısına çıktıkları Sultan Abdülhamid Han’ın bir mermeri anımsatan bembeyaz yüzünün hatlarında hiçbir bozulma olmadı. Sakince heyetteki tüm üyeleri süzdü ve sonra da “Saygıdeğer kardeşime muhabbet ve bağlılıklarımı sunarım. Endişeleri tamamen yersizdir” dedi. Ayağa kalkıp çalışma masasına doğru yöneldi sonra. Heyet üyelerine sırtını dönerek üzerinde isminin baş harfleri bulunan masaya oturdu ve masa üzerinde bulunan çekmecelerin şifrelerini girerek teker teker hepsini açtı. En son açılan aynalı dolaptan aldığı bir haritayı masanın kenarına koydu, işaret parmağını Çanakkale üzerinde gezdirerek muhataplarının anlayacağı dilden konuştu: “Bu konuda çok malumat sahibi değilim. Asker evlatlarımın gerekli tertibatı aldıklarını düşünüyorum. Zaten eğer dokunulmamış ise yıllar önce Çanakkale’yi çok güzel bir biçimde savunmaya hazırlamıştım. Oradan hiçbir donanmanın Boğaz’ı aşması mümkün değildir. Bu gerçek, İngilizlerin yenilmez armadası da olsa değişmez! Ayrıca diyelim ki böyle bir felaket başımıza geldi. Bu durumda bir Türk Hakan’ın yapacağı şey; tacını ve milletini terk ederek kaçma zilletine düşmek değil, başkentin taşları altında can vermektir. Dedemiz Fatih bu beldeyi kâfirlerin elinden aldığı zaman, Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp cenk ederek kalenin altında can vermek azmini göstermişti. Biz Ertuğrul ocağında piştik, Fatih’in soyundanız ve Konstantin’den aşağı kalamayız!”
Abdülhamid Han, “Ben Çanakkale’yi zamanında çok güzel bir biçimde savunmaya hazırlamıştım. Oradan hiçbir donanmanın Boğaz’ı aşması mümkün değildir” derken tam olarak neyi kastediyordu?
1896 yılında Anadolu Hamidiye ve Rumeli Hamidiye bataryalarının yaptırılması ile sair tabyalarda yapılan savunma onarımlarını söylüyordu. Yani bugün Çanakkale Şehitliği’ni Kilitbahir köyünden itibaren gezmeye başladığınızda Kilitbahir Kalesi’nden hemen sonra göreceğimiz Rumeli Hamidiye Tabyası ve tam karşısında bulunan Anadolu Hamidiye Tabyası Çanakkale Savaşlarından tam 29 yıl önce Sultan Abdülhamid tarafından yaptırılmıştı. Tüm bunlara rağmen bugün Çanakkale Savaşları anlatılırken, ciddi çalışmalar olarak belirtilen eserlerde bile, Sultan Abdülhamid’in direnişi öngören tarihî sözlerinden ve bu tahkimatından maalesef pek bahsedilmez. Şimdi onun ileri görüşlülüğü ve tavrını daha iyi anlıyorsun değil mi?
Gerçek bir padişah ve devlet adamı nasıl olur, sorusunu cevaplandırmış resmen Abdülhamid Han. Her ne kadar heyet bunu sormamış olsa da, aklı olan insan, bunu da çıkarır verdiği cevaplardan.
Bu kadarla bitirmedi konuşmasını, daha devamı var. Heyete dönüp “Pek kıymetli kardeşim olan Padişah Efendimize aynen böylece söyleyin. Rahat olsunlar ve Allah’ın iradesine güvensinler, şuradan şuraya kımıldamasınlar! Bu millet çetindir, düşman buraya giremez. Bana gelince, tek arzum burada şehri savunan askerlerle birlikte şehit düşmektir. Padişah’tan ve meclisten arzum budur, buna uyulmasını isterim.”
Heyet şoka girdi bence. Bu cevapları beklemiyorlardı tabiî. Değil mi?
Konuşmanın yapıldığı Beylerbeyi Sarayı’ndaki çalışma odasında Abdülhamid Han’ın yankılanan bu tarihi sözleri karşısında tüm heyet şok yaşadı. Aslında heyette bulunan her birinin aklından geçen şey, Sultan’a büyük haksızlık yapıldığıydı ama Talat Paşa’dan çekindikleri için bunu söylemeleri mümkün değildi bana göre. Sessizce huzurdan ayrılarak bu cevabı iletmek üzere Dolmabahçe Sarayı’na geri döndüler. Zaten yapabilecekleri çok da bir şey yoktu. Her şey olup bitmişti neredeyse. Abdülhamid Han’a kalsa bu savaşa hiç girilmemeliydi. Savaş kararından sonra alınan cihat ilanının ise hiçbir işe yaramayacağını düşünüyordu. Cihat faktörü öyle bir silahtı ki sadece abanın altından göstererek muhatabını tedirgin etmeliydi. Böyle uluorta gösterilince tüm gizemini kaybetmişti… Meseleyi tahlil ettiğinde şu sonuca varıyordu “Her şeyi berbat ettiler!”
Haksız mı abi? Tek başına 33 sene ayakta tuttuğu koca devleti birkaç yıl içerisinde ne hale getirdi adamlar.
Sorun da burada zaten… Abdülhamid Han, tüm saltanatı boyunca Yahudilerin sistemli biçimde Filistin’e yerleşmelerine hep karşı çıkmıştı. Bu meselenin, hassas Osmanlı dengesinin bamteli olduğunu biliyordu. Kendi sırtlarındaki Yahudi kamburunu silkelemek isteyen Avrupalı güçlerin, Osmanlı toprakları içinde kurulacak Yahudi devletine evet diyeceklerini çok önceden görmüştü. Bu Yahudi devletinin yaşaması, ancak suni sınırlarla paramparça edilmiş bir Ortadoğu’yla mümkündü. Türklerin ve Arapların bir arada tutulması şarttı. Herkesin kulağına, “Ayrılmak daha güzel olacak” diye fısıldayan diplomatik şeytanlar, bölgeyi bir cehenneme çevireceklerdi. Çanakkale üzerinden direkt İstanbul’a yürümeye kalkan İngilizlerin Mekke, Kudüs ve Suriye gibi bölgelerdeki hedeflerini çok iyi biliyordu. Yoksa Araplara; Türk hâkimiyetinden kurtulmayı, Türklere; Arap yükünden sıyrılmayı, Yahudileri ise her ikisine rağmen bir Yahudi devletini vaat edenler, adım adım hedeflerine yaklaşıyordu? Bu, Osmanlı Devleti’nin sonu demekti! Her ne kadar bir dua ve bir temenni olarak “Allah korusun” dese de, acı içinde, gördüğü gerçek teşhisini koymak zorundaydı: “Bir aslanın postundan kırk tilkiye kürk yapacaklar!”
Şiir gibi bitirdin. Söyleyecek söz bulamıyorum.
O zaman sohbete nokta koyalım. Daha konuşacak bir iki meselemiz var. Zaman az ama konular derin. Yalnız şimdi hatırladığım bir detay aklıma geldi. Meselenin en önemli yerini az daha atlıyordum. İşin bu tarafını da anlatacağım ve bu konuyu noktalayacağız. Yılmaz Öztuna “II. Abdülhamid – Zamanı ve Şahsiyeti” isimli eserinde bu konuyu ayrıntılı olarak anlatıyor. Talat Paşa, Beylerbeyi Sarayı’ndaki bu ziyarette I. Cihan Harbi’nin gidişi üzerinde fikrini almak üzere, Abdülhamid Han’ı ziyaret ediyor dedim ya! İşte burada Sultan Abdülhamid, Talat Paşa’ya meseleyi şöyle özetliyor: “Bugün bile münferit meseleleri asıl meselelerle karıştırıyor, adeta onlara daha çok ehemmiyet veriyorsunuz. İttihat ve Terakki, benden sonra bambaşka bir siyaset takip etmiştir. Benim zamanımda Bosna Hersek, bir Avusturya-Rusya meselesiydi, siz Osmanlı-Avusturya meselesi haline getirdiniz. Girit, bir İngiltere-Rusya meselesiydi, siz Osmanlı-Yunan meselesi yaptınız. Asla affedilmez bir eser-i gaflet olarak Yunan-Bulgar kiliseleri arasındaki ihtilafı kendi elinizle hallettiniz ve Balkan ittifakına yol açtınız. Arnavutları Sırp, Karadağ ve İtalyan tahriklerine açık hale getirdiniz. Meclis-i Meb’ûsân’da, hatta Meclis-i Âyan’da, gayrimüslim mebuslarla, Türk ve müslüman mebuslar aleyhine ittifak etmekten çekinmediniz. Bu suretle yalnız gayrimüslimleri yanınıza alamadınız, Müslümanları gücendirip Türkleri de incittiniz. İmparatorluğun dış muvazenesi yanında iç muvazenesini de bozdunuz. Muvazene bir defa bozuldu mu, neticeyi kimse kestiremez. Yeni bir muvazene hazırlamaksızın eskisini bozdunuz. Balkan Harbi çıkmasaydı, Cihan Harbi çıkar mıydı? Şimdi Cihan Harbi’ni kimin kazanacağını bana soruyorsunuz. Söyleyeyim, denizlere hâkim olan taraf kazanır. Almanların tabii imkânları ve ham malzemeleri mahduttur, tükenir. Karşı tarafsa açık denizlere hâkimdir. Almanya, çok kudretli kara ordusuna güvenmiştir ama bu orduyu, yıldırım harbi ile düşmanlarını mahvedecek şekilde kullanamamıştır. Ve işte harp, iki buçuk senedir uzayıp gidiyor. Bizim vaziyetimiz Almanya’nınkinden müşküldü. Zira biz birçok harp malzemesi için Almanya ve Avusturya’ya muhtacız. Harbe girmemeliydik. Ama bir defa girdikten sonra, ordularımızı belli hudutlarda toplamalıydık. Bu strateji ile bazı ülkelerin gözden çıkarılacağı açıktır. Fakat oraları harbin neticesine bırakmaktan başka çare de yoktur. Ancak Türk olmayan ülkeleri, yerli halkı teşkilatlandırarak müdafaa edebilirdik. Siz ise orduları bütün hudutlara yaydınız. İmparatorluğun hudutları uzun ve çok geniştir ve bütün hudutları tutmak mümkün değildir. Türkiye, Almanya gibi derli toplu ve mahdut hudutlu bir devlet değildir ki, her karış toprağı aynı güçle müdafaa edilsin. 93 harbinden sonra bütün bu meseleleri ben, Gazi Osman ve Gazi Muhtar paşalarla pek çok konuşmuşumdur. Gerek onların, gerek diğer erkân-ı harplerin fikri, hudutlarımızın çok geniş olmasa idi, Rusya’ya karşı 93 harbini kazanacağımız merkezindeydi. Ama o zaman da ne tarafı tutacağımız bir türlü kararlaştırılamadı. Balkan Harbi’nden, Cihan Harbi’nden önce gelip benimle konuşacaktınız. Şimdi gelmeniz çok geçtir. Şimdi zaman da, imkânlar da daralmıştır. Ama Cenab-ı Hak, mülk ve millet yolundaki hizmetlerinizi müzdâd buyursun.”
Sultan, resmen olan biten her şeyin resmini çizmiş. Kendisine hayran olmamak mümkün mü?
Konuyu dağıtmadan şunu da ekleyeyim hemen. Bu konuşmadan sonra, nezaketi ile tanınmış olan II. Abdülhamid, hızlı ayağa kalkıp salonu terk etmiş, çıkıp harem kısmına geçmiş, Talat Paşa’ya ne güle güle, ne de başka bir şey demiştir. Bunun iki sebebi vardır. İlki, Talat Paşa, padişahın, 31 Mart Vakası ile hiçbir ilgisi olmadığını bildiği halde, bu bahaneyle ve Yıldız Sarayı’na 4 vatan haini göndererek kendisini tahttan indiren başlıca adamdır. Fakat asıl sebep, İttihat ve Terakki’nin 9 yıl geçmeden imparatorluğu mahvetmesi ve II. Abdülhamid’in, atalarının İmparatorluğu’nun çatırtılarını duymasıdır. Osmanoğulları’nın zihniyetini burada iyi anlamak lâzım. Onlara göre devlet kendilerinindir, atalarından kalmış, ataları kurmuş ve topraklarını ataları fethetmiştir. Devlet, bir Osmanoğlu için, her şeyden kutsaldır. Talat Paşa gibiler, gücünü padişahtan almadığı için meşruiyeti olmayan maceraperest türedilerdir ki, bu zümre için devlet ancak menfaat ve şahsi ihtiras vasıtasıdır. Atalarının kurduğu devlet Osmanoğulları için o derece kutsaldır ki, tahttan indirilseler, sürülseler, her şeyleri ellerinden alınsa bile, devlet ve devleti yönetenler aleyhine en küçük harekette bulunmaz ve söz söylemezler, bunun kesin bir ihanet olduğu kanaatindedirler. Meseleyi bu şekilde anlamak lâzım… Yoksa her şey biraz eksik kalacak ve bu durum da, bizim resmin tamamını görmemizi engelleyecektir.
Davut Bayraklı