Yüksek yerlerden geçiyorum. Yüksek dedimse öyle aklınız hemen bir uçurum kenarına gitmesin. Benim yüksek yerlerden algılamam duygu ve düşünce ummanlarını kıvrımlayan sürrealist alanlardır. Ki dış evrene açılan bir dünyada insan hissiyatının dağdağanları arasında kendi kıvılcımlarını okşayıverir. Her yıl, her gün, her an, her saniye bu hissiyatlardan kabilelerin binlercesi geçmekle yükümlüdür.
Tabiki yorgunluklar…
Yorgunluklardan geçiyorum. Yorgunluklar dedimse azınlık halinde büyüyen rüyaların dinamik atmosferi oluşturur yorgunluklarımı. Mehtaba baktığımda dinginliğini algılarlar mı? Bu da bir sorun. Ancak yorgunluklar dedimse algılamanız gereken ancak yarı yolda duraklaya kalan bir ruhun sancılı davranışlarından bahsetmek istememdir. Zira bedensel yorgunluklar üzerine dayalı handikaplar bir ertesi günün kalp atışlarında kendi yolculuğuna doğru kendisini uğurlar. Bu yüzden bize yazılar üzerinde arzularımızı tüketirken yaklaşmanız haram olunmuştur.
(Bu yazımı kurgusal dilde ele almak istiyorum. Her sahnesinde ayrı bir facia ele alarak sonunda varoluşsal bir bütünlüğe erişmeliyim. Çaresiz lâl tutuşlarında mürekkebin kâğıda damlaması bu yüzden tarifsiz bir mükâfata dönüşüyor.)
Kuşlar, penceremin önüne kanatlarını ve rüyalarını bırakıp gidiyorlar. Kuşları çizmek isteseydim ilk önce Salvador Dali’den başlardım. Demlerdim çayımı. Biraz ispirto kokusu yükselirdi penceremin kanarcıklarına. Penceremin dediysem de yanlış anlamayınız; her şey Allah’ındır. Zira ben başladığımdan beri bu hayata ruhum nasıl Allah’a emanetse, bedenimde daha büyük ölçülerde Allah’a emanet ve aittir.
Sahne 1. Burasını gözünüzde canlandırmayınız. Küçük bir çocuk. Küçücük bir parkta. Bir başına oyun oynuyor… Hep mi bu sahneler, yalnızlık sahnelerin şekil almaz düş kıranı mı? Hayata yenik başladığımız doğru olsa bile, üzerlerimize ağır yaralı gömleklerle Yusufsal kuyularda mahkûm kılınmak hüküm sürülse bile, Allah’ım, hayat sahnesine her zaman yalnızlıkla mı başlamalıyız?
Sahne 5. Çığlık yükseliyor göğsünün içinde. Çocuk parkta unutulan yalnızlığına eş yalnızlıklar dağıtmakta sokağın karanlığına. Vücudu çekim merkezinin payesidir karanlığa. Neden sahnede aşk yok? Üstelik başlangıç kısmı geldi ama neresinde senaryonun gelişim kısımları. Sonuçsal bir mehtaba doğru sürüklenmişken yazı, hayatı neresinden algılarsak algılayalım böyle son dilimleri bir anda yazmak zorunda mıyız?
Ve Allah’ım aklımı saltanatında saklı tut. Onu geniş mülkünde değinilmez bir biçimde koru… Âmin…
(Bu duaya senden başlamak isterdim. Düşlerim sen olmayınca anlamsız. Fakat dualarım sen olmasan da hallolur.)
Sahne 2. Park; düş hazinesi. Kırçıllaşmış acılardan oluşuyordur oyuncaklar. Kalbinin dibine adım attığında çocuk, şerit ihlali sebebiyle 21. yüzyılın dağınık atmosferini betimlemektedir… Sergei Eisenstein kurgusal bütünlüklerde birbirinden ayrı kesmeler yapılması gerektiğini savunur. Meğerki doğru değilse, senaryonun başına ölüm külahını indiren eleştirmenler dâhil herkes asgari bir tutarda düşürülmelidir.
3. sahneyi yazmayacağım. Çünkü üç benim vücudumun eğikliğini betimler. O da benim bedenim gibi iki yana doğru bükülmektedir. Kader çizgilerimizi burada birleştirmiş, belki de her ikimizde az önce Mustafa Kutlu’nun ‘Kuşlar da Kaderle Uçar’ adlı hikâyesinden uyanmışızdır.
Benim yazımda sizden ya da benden bahsetmediğime bakmayınız. Düşlerimin kırgın aksinden topladım ben bütün cümlelerimi. Yalnızca yalnızlığın sıkılgan atmosferini bir senaryoda betimlemek içindir, dizelediğim kelimeler. Yalnızca bir an olsun cümlelerin sesine erişebilmek içindir. İtiraf etmek gerekirse insan seslerinden sıkıldım. Berrak bir su sesi, biraz kuş cıvıltısı, yukarıdan yansıyan günışığı ve bir somun ekmek… Allah’ım bir de çayımı eksik etmezsen ben Robinson Crusoevari de yaşarım. Bunu biliyorsun, bunu biliyorsun okuyan çünkü her birimizin olduğu kadar anını yalnız değerlendiriyorsun. Yalnızca Allah’a açılan eller semada makbuldür biliyorsun.
Bir de belki de bu cümlelerde ettiğim dualar sayesinde defterlerim Allah’ın huzurunda bir Arafat Dağı kadar güzel ve bereketli olur.
Bilemezsin.
Bilemeyiz.
Fakat bildiğim tek şey var ki;
Tıpkı bu yazı gibi hayatta insanlar için yazılmış bir senaryodur.
Değil midir?