“Çocuklar kalkın artık, bakın dışarısı bembeyaz olmuş.” Bu çağrıyla anlardık karın yağdığını. Twitter henüz yoktu. Diğer zamanlar yataktan kalkmamız için kırk takla atan annelerimiz, odamıza dahi girmeden bu seslenişi nida ettiklerinde yatağımızdan fırlar, pencereye koşardık. Pencerenin buğusunu silip ağzımızın suyunun akmasına engel olamadan karı seyrederdik. Kardaki bu çekiciliği anlamak mümkün değildi.
Karın ilk yağdığı gün aynı zamanda kahvaltının en kısa sürdüğü gün olurdu. Çayı sulayarak bir dikişte içer yumurtayı kabuğuyla yerdik. Kardeşimle birlik olup babamı kara boğmak ve kardan adam yapıp kafasına high kick vurmak için yerimizde duramazdık. Alelacele biten kahvaltının ardından anneannemizin ördüğü kazakları giyip ayağımıza iki kat çorap ve plastik çizmelerimizi de geçirdikten sonra sokağa hücum ederdik. Artık anneanneler kazak örmüyor değil mi?
Karın keyfini doyasıya çıkarır, ellerimiz ve ayaklarımız uyuşuncaya kadar kartopu oynardık. Eve her yerimiz ıpıslak olmuş halde gelirdik. Annemizin, “Ah be oğlum! Ben size bu kadar çok abartmayın demedim mi? Hasta olacaksınız şimdi.” şeklindeki yakınması hep boşunaydı. Mutlaka demişti ama biz onu duyacak halde değildik. Ve bu yüzden hep hasta olurduk.
Soba harlanır ve ısınmak için karşısına dikelirdik. Bir anlık sıcaklık farkından dolayı ayak tabanlarımız ve avuçlarımız yanardı. Çok acırdı. Bağırmak isterdik ama bağıramazdık. Çünkü annemiz demişti… Sobanın üzerindeki akşamdan kalma mandalina kabuklarını, kokuları gittiği için sobanın içine atardık. Turunçgil kabukları kış aylarında evlerimize bahar ferahlığı yayardı. O yarım saatte bir fıslatan oda parfümlerine benzemezlerdi.
Mavi tutamaklı beyaz resim dosyalarımız vardı. Okula giderken onları kızak gibi kullanır üzerine oturup kendimizi yokuş aşağı salardık. Pastel boyalarımız da kırılırdı bazen. Okulların tatil olduğunu da okula gittiğimizde öğrenirdik. Şimdi saçma geliyor ama o zamanlar hiç saçma gelmezdi. “Biz okula gelebildiysek okul niye tatil oldu ki?” diye düşünmezdik. Yollar kapandığı için çevre köylerden gelemeyen arkadaşlarımızı düşünürdük.
Eve aheste aheste dönerken siyah eldivenlerimize konan kar tanelerini incelerdik. Televizyonların, radyoların hatta telefonların üzerindeki dantellere benziyorlardı. “Hepsi birbirinden farklı olur” derlerdi, inanamazdık. Ama hakikaten o soğuk dantel parçalarının hepsi de birbirinden farklıydı; her canlı gibi. Acaba kar taneleri de canlı mıydı?
Sokaklara dökülen soba külleri sadece sokakları değil içimizi de karartırdı. Tamam, arabaların kaymaması için dökülüyordu o küller ama bizim karlarımız eriyordu. Bu yüzden kar küreme araçlarını, tuzlama çalışması yapan belediye işçilerini, sokaklara kül döken komşularımızı sevmezdik. Güneşi de sevmezdik. Geceleri ortaya çıkan, “bozaaa” diye nara atan kış canavarının güneşi yemesi için dua ederdik.
Kışın masumiyeti, üzerimize yağardı. Kış, ne kadar soğuk olsa da en eğlenceli anlarımızın zaman zarfıydı. Tâ ki büyüyüp, muslukların donduğuna, yollarda mahsur kalanlara, evsizlere… yani kışın cefasına şahit olana kadar.
Muhammet Emin Oyar
3 Yorum