Hece ölçüsü ile yazdığı ‘Serâb-ı Ömrüm’ şiirleriyle tanınan Rıza Tevfik Bölükbaşı, felsefeye merakı ve yazdığı ciddi felsefi metinler nedeniyle Feylesof Rıza olarak tanınırdı. Edirne Lisesi’ni (Bende bu okuldan mezunum.) bitirdikten sonra tıp eğitimi gören, Osmanlı döneminde mebusluk ta yapan [Milli Eğitim Bakanı’da olmuştur.] bu sevimli filozof çok yönlü ilginç bir kişiliktir. Sevr Anlaşması’nı imzaladığı için ‘Yüzellilikler’ içinde yer aldı ve uzun yıllar dışarıda (Hicaz, Lübnan, Amerika ve Ürdün’de) bir marjinal, yalnız ve sürgün entelektüel olarak yaşadı. ‘Serâb-ı Ömrüm’de geçen: “Uçun kuşlar uçun! Burda vefa yok! Öyle akar sular, öyle hava yok! Feryadıma karşı aks-i sedâ yok! Bu yangın yerinde soğuk kül vardır” dizeleri sürgündeyken duyduğu özlemi ve hasreti, kırgınlığı dile getirir.
Rıza Tevfik, bir dönem İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde de yer almış fakat bu sığ kitle ile anlaşmazlığa düşünce bu garabet cemiyetten ayrılmıştır. Filozofumuz Balkan Harbi’nin İttihatçılar yüzünden bir hiç uğruna çıkarıldığına inanıyor ve devletin I. Dünya Savaşı’na girmesine şiddetle karşı çıkıyordu. Bu görüşleri nedeniyle İttihatçılardan kopmuş ve 1912 yılında Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girmişti. Yine bu yıllarda Sultan II. Abdülhamid’den özür dileyen bir şiir de yazmıştı. [Nerdesin şevketlim Sultan Hamid Han, Feryadım varır mı barigahına, Ölüm uykusundan bir lahza uyan, Şu nankör milletin bak günahına…/ Tarih ve Toplum Dergisi 1999] Bir rivayet bu tartışmalar ve meşrutiyetin ilan edildiği dönemde muhalif kimliği nedeniyle son derece acı bir şekilde dayak yemişti. (Rıza Tevfik, iri yarı, güreşçi-pehlivan ve adaleli bir zat olmasına karşın İttihat ve Terakki’nin 10–15 çakalının üzerine çullanması sonucu anca devrilebilmişti…)
Feylesof Rıza Tevfik’i ilk kez yaptığı o “Ömer Hayyam” çevirileriyle tanımıştım. (Sanıyorum ki Fitzgerald’ın güçlü çevirisiyle Hayyam Batı dünyasına yayıldıktan bizde de bir ilgi oluşmuştu.) Feylesofun şiire ve şairlere karşı olan merakı her daim devam etmiştir. Bölükbaşı, dönemin önemli şairlerinden ‘Tevfik Fikret’ hakkında da bir inceleme yapmıştı. Bunlardan başka yazarın Darülfünun’da vermiş olduğu felsefe derslerinin ders notları kitaplaştırılarak ayrıca yayımlanmıştır. Bu derslerin Türk Düşünce hayatı açısından oldukça önemli bir yeri olduğu aşikârdır. Filozofun neredeyse tüm çalışmalarıyla yine Edirneli olan Abdullah Uçman ilgilenmiştir.“Abdülhak Hamid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi” eseri Uçman tarafından Osmanlıcadan Latin harflerine aktarılarak İstanbul Üniversitesice yayımlanmıştır. Bir kısım hatıraları ise İletişim Yayınlarınca “Biraz da Ben Konuşayım” isimli kitapta toplanmıştır.
Rıza Tevfik’in henüz çevrilmeyen önemli bir eseri de ‘Kamus-u Felsefe’ isimli çalışmasıdır. Yazar bu çalışmasını yaşadığı fırtınalı siyasi hayat ve sürgünler nedeniyle ne yazık ki tamamlayamamıştı. Felsefe Sözlüğü’nde madde başlıkları 8 ayrı dilde verilmiş [Muazzam bir zenginlik] ve basılmış olan 1200 sayfada ancak “C” harfine kadar gelinebilmişti. Yine de bu eksik haliyle bile ‘Kamus-u Felsefe’, Türk felsefe tarihinde yer alan abidevi eserlerden birisi olmayı fazlasıyla hak etmiştir. Sözlük, Osmanlı entelektüelinin felsefe birikimini ve düşünce yapısını göstermesi açısından da eşsizdir. Bu eseriyle Rıza Tevfik, sırf Tolstoyvari sakalları nedeniyle filozof olmadığını ve Batı düşünce tarihini yakinen tanıdığını, olağanüstü entelektüel zenginliğini fazlasıyla kanıtlamıştı.
Rıza Tevfik, geleneksel tasavvuf, tekke ve hurufi edebiyat ile de yakından ilgilenmiş ve metinlerinde bu doğrultu da birçok gönderme de bulunmuştur. Örneğin “Dârülfunun Felsefe Ders Notları” (Çizgi Kitabevi) içinde; “Ben itiraf ediyorum ki, Türklerde Nakşi-i Akkirmani’nin bir şiirini misal olarak arz edebileceğim. Hatta iddia edebileceğim ki, sufi şairlerde bu konu binbir şekilde ifade olunmuş sıradanlaşmıştır. Felsefe tarihi ve incelemeleri için pek değerli ve önemli vesikalardan sayılan bu manzumenin her noktasını size -özetle olsun- şerh etmeliyim. Sokrates bu manzumeyi görebilmiş olsaydı şüphesiz takdir ederdi, çünkü bütün kendi diyaloğunun ruhunu arz etmektedir. Yalnız Nakşî-mutasavvıf bir şair olmak sıfatıyla tabii ve zorunlu olarak -vahdet-i vücud (pantheisme) inancına dayanmaktadır ve sözlerinde bu inancı da müdafaa eder terimler ve cümleler vardır” derken bu şairin ‘spiritualisme pantheiste’ bir öğretinin savunucusu olduğunu söylemiştir. Hâlbuki Sokrates’te sadece spiritualist görüşlere yer verilirken, vahdet-i vücud inancından pek az bir şey bile hissolunmaz.
Rıza Tevfik, Felsefe Ders Notları’nda uzun uzadıya bu tip karşılaştırmalı örneklerle en çetrefil meselelere bir açıklama getirmeye çalışır. Döneminde Filibeli Ahmed Hilmi, İsmail Fenni, Baha Tevfik, Celal Nuri, Dr. Abdullah Cevdet gibi Osmanlı entelektüel hayatının etkili ve ilginç bir siması olmuş. Velhasıl karanlıklar içinde gördüğüm aydınlık bir sima…
Beyaz Arif Akbaş
7 Yorum