Sarsıntılar

1

Geçenlerde işim gereği yabancı yayıncılarla buluşmak üzere üç günlük bir uluslararası organizasyona katılmıştım. Burada, dünyada çocuk yayıncılığı, polisiye romanlar, bağımsız yayıncılık vb. konuların ele alındığı İngilizce seminerler de verildi. Elimden geldiğince katılmaya, faydalanmaya çalıştım. Ancak son seminerde başıma gelen olay, beni fazlasıyla düşünceye sevk etti.

Seminerin sonundaki soru-cevap kısmında ön taraflardan takım elbiseli yaşlıca bir adam, önce kendini tanıttı, sonra da sorusunu sordu. Vietnamlı bir profesörmüş ve anladığım kadarıyla bağımsız yayımcılık yapıyormuş. Cevap verildi, konular toparlandı, ben de iş arkadaşım Yusuf abi ile ayaklandım. Fakat öncesinde Vietnamlı profesörün, bana hayret dolu gözlerle baktığını fark ettim. Ne var ki üstünde durmadım. Salondan çıkıverdik. Neden sonra arkamdan gelen bir “Excuse me” sesiyle ister istemez durup dönüverdim. Bu, oydu. Gözü, hemen boynumda asılı duran katılımcı kartına takıldı ve “You are from…” diyerek nereli olduğumu anlamaya çalışıyordu. Hemen merakını giderdim: “I am from here, Turkey.” Fakat bu yanıt, adamı tatmin etmemiş olacak ki; “But how… You have a special face, you look like Jesus Christe,” diyiverdi. Yani, özel bir yüzün var, Hazreti İsa’ya benziyorsun… Tabiî, Yusuf abi bir yandan, ben bir yandan, kahkahayı patlatıverdik. Tamam, uzunca saçlarım açık olduğunda yüzümün Orta Doğuluları anımsatıcı olduğunu çevremden birkaç kez duymuştum lâkin bu, başka bir şeydi. Hıristiyanların İsa aleyhisselâmı tasvir ettikleri o kiliselerdeki figüre benzetiyordu adam beni. İşin tuhafı, kahkahamıza rağmen adamın heyecanı ve huzurdaymışçasına saygılı duruşuydu. Böyle olunca, adamı mahcup etmemek adına biraz kendime çeki düzen verdim ve gülümsedim kibarca. Fakat adam gitmiyordu. Benle bir fotoğraf çekinmek istediğini, bu ânın onun için çok önemli olduğunu ve herkese bunu anlatacağını söyledi. Ben de kabul ettim çaresizce. Planlı bir tepki veremezdim o an. Fotoğrafımızı çeken Yusuf abi, adamın “One more time, one more time” dileğine tüm hoşgörüsüyle karşılık veriyor, adam ise “Please, give me your hand” diyerek elimi tutup pozlara poz eklemek istiyordu. Sonunda da saygılı bir şekilde arkasını dönmeden uzaklaştı ve gitti.

Vietnam, tarihinde savaşlar, sömürüler, acılar ve isyanlarla dopdolu bir yerin adı. Fransız’ı, Amerika’sı, daha neleri neleri… Durmadan sömürülmüş, sömürüldükçe acı çekmiş bir halkın yaşadığı yerin adı. Misyonerlerin gün geçtikçe yayıldığı topraklar.      

2

İyi kalpli bir siyahi, maddi sıkıntıya düşer. Her yer, kendisi gibi siyah derili, beyaz dişli, karakteristik gülüşlü insanlarla doludur. Hazırlar bavulunu ve ülkesini terkeder. Siyahilerin mümkün mertebe az olduğu Batı’ya değil, Doğu ülkelerinden birine gider. Zaten Batı ülkelerinde kendi ırkından insanlar az sayıda değildir. Nedeni ise Batı’nın şefkatli ve misafirperver tutumu hiç değildir.

Bu siyahinin geldiği Doğu ülkesi, diğerlerine nazaran biraz daha gelişmiş olmasıyla ayırt edilir diğerlerinden. Ancak tam da gelişmemiştir. Bunun için bu ülkede Batı’nın dil ve kültürüne meyil, iş imkânı ve gelişmişlik açısından hâlâ gereklidir. İşte tam da burada doğru bir tercih yapmıştır siyahi. İki avantajı vardır bu yeni ülkede: Birincisi, renginden dolayı dikkatleri çeker olması; ikincisi ise “native” denen anadil seviyesinde konuşabildiği Batı dilleri. Bu ikincisi, birincisine nazaran çok daha işlevseldir. İşte, tarihin belli bir döneminde sömürülmüş olmak, onun en büyük avantajını oluşturmuştur bile.

3

Artık iyice şüpheci oldum. Beyin fonksiyonlarım güncel, basit meselelerde çok daha girift çalışmaya başladı. Ve bu durum beni, hiç olmadığı kadar rahatsız ediyor artık. Misal; bir Anadolu şehrinde yaşayan vatandaşın evinden çıkması, birçok ihtimali içine alan düşünceler zinciriyle boğulmasını gerektirmez. Ancak İstanbul gibi bir şehirdeyse insan, bu düşünce trafiği elzemdir. Trafik… Evet, tam da bu ve bunun gibi meselelerdir dem vurmak istediğim. Bilmem nere hattındaki metro çalışması bitmiş miydi, trafik nereden nereye sıkıntı doğurur, kartta en son kaç lira kalmıştı, yola çıkmadan evvel giderilecek tuvalet ihtiyacı ne zamana kadar idare eder… B planı, C planı, hatta Ç… Paranoya, anksiyete, panik atak…

Son zamanlarda beni kaygılandıran öküz altında buzağı arayıcı tutumumda, yukarıda anlattığım sebeplerin etkisi var mı bilmem ama artık iyiden iyiye gözümde büyüyen şu durum, bende bu düşüncelerin doğmasına sebebiyet verdi: Erkek kuaförü de denen berberlerden birine gittin, diyelim. Usta berberin yanında okul çağındaki tüysüz bir çırak; ürkek, bazen sıkkın, bazen de bezgin bakar, paltonu veya kazağını çıkarır, seni koltuğa davet eder. Ve film başlar. Çocuğa hayat hakkında acımasızca ve kendi dar penceresinden dersler vermeye çalışan ustanın sınırı yoktur. Ya söver, azarlar, dalga geçer; ya da kafasına şöyle bir patlatıverir, aşağılar… Sizi bilmem ama kafamı bozan en sıcak gündemlerimden biridir bu durum. Neden böyle yapar? İşte, burada başlıyor buzağı arayışım. Zannederim bu, bir tür gizli anlaşmadır. Çocukcağıza içten içe acıyan müşteri, illa ki birkaç lira bahşiş atmak isteyecektir. En azından bende böyle cereyan eder. Yoksa ne diye aylar sonra aynı çırak aynı yerde, aynı aşağılamalara karşın durmayı tercih etsin? Bu denli çaresiz olabilir mi? Olmadığını umut etmek…   

4

İlerlemiş yaşına rağmen bin bir güçlükle çalışmak zorunda kalan hizmet sektörü işçi ve personelinde gözlemlenmesi gereken durum, onların hayata bakışlarından, daha doğrusu, bakışlarının bakışlarımızdan süzülenlerle anlaşılan taraflarından… Hayır, saçmalamıyorum. Öyle durumlarla göz göze gelmişimdir ki açıklaması zor ve sarsıcıdır. Gece bekçileri, şoförler, çöpçüler, garsonlar, temizlikçiler… Bedenini sürüyerek mesaisini doldurmak zorunda olanlar… Bir adam hatırlıyorum. Tek işi, girip çıkanlara kapı açmaktı. Ne hikmetse birçoğu, onu, kapının bir kolu gibi mekânın eşyasından sayıyordu. Adam yaşlıydı. Kapı hantaldı. 

5

Gün akar, insanlar geçer, zaman gider. Ancak öyle şeylerle karşılaşır ki insan öylece kalakalır. Bir kaldırım taşı gibi, bir sokak lambası gibi, ağır bir rögar kapağı gibi… Üniversite yıllarım. Mevsim ya sonbahar ya kış… Bir yağmur sonrası ıslak her taraf. Soğuk, hatırladığım en kesif ayrıntılardan biri. Kadıköy’deyim. Rıhtımdan Haldun Taner Tiyatrosu’nu geçmişim. Niyetim, Bahariye tarafına geçip yengemin terzi dükkânına uğramak. Gelenler, geçenler, gidenler, koşturanlar… Her yer buram buram hareket… Ancak bir şey oluyor ve kitlenip kalıyorum olduğum yerde. Yapı Kredi yayınlarının bulunduğu yerin arkasına düşen yol tarafındaki duvarın girintisinde bir manzara… İki sokak köpeği, bir sokak çocuğu… Çocuk, köpeğin karnını başına yastık yapmış. Diğer köpek de çocuğun karnına koymuş başını. Sokağın üç sakini; egzoz sesleri, korna gürültüleri, tramvay raylarının sürtünmeleri, vapurların düdükleri kadar gürültülü… Ancak bakıyorum etrafıma, bir duyan ben! Sonrası mı? Gözlerimi kör, kulaklarımı sağır, kalbimi atmaz edip benim de “diğerleri”nden olup çekip gidişim, akıp geçişim…

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir