Şarkılar Neden Var?

Gitmek mi zor kalmak mı Nisa? 

Gece henüz ağarmamıştır. İki gönlü kırık koridora açılan kapıyla beraber dünyaya açılan tüm fikirleri belirsiz bir zamanda tekrar açılmak üzere kilitlemiş, çayın buğusuna teslim etmişlerdir suskunluklarını. Biri evine gitmeyi özler, diğerinin özlediği evine gitmiştir. Mevzu yoktur aslında, yokluk mevzuların anası olmuştur. Gidenlerin yokluğu her mevzunun ana fikri olmuştur.

Özlediği evine gidene ‘Yanık’ diyelim biz. Ötekine ‘Öteki’ demek yeter. Ötekileştirmiştir kendini çünkü. -Ötekileştirilmiş de olabilir. Yazarın bu konuda kesin bir bilgisi yoktur.- Hayat ötekileştirilmişlerin sırtında yüktür öteki olmayanların yüküyle beraber. Şimdi yaşayanların yüküyle beraber gidenlerin yükü de binmiştir göz kapaklarına. Bu yüzden üzüm buğusunun ağırlığı hâkimdir odaya.

Yanık ne hissettiğini bilmemektedir. Yandığını bilmediği gibi. Düşünme yetisini kaybetmiştir çünkü. Hissetmek yaşamaktır şimdi onun için. Hissedebildiği kadar yaşayabilmektedir, yaşamayı istemediği hayatını ve yaşamayı istediği ‘özlenen’ini. Hep yanlış gidenlerin ardından çaresiz gelen yorulmuşluklarının ödülü birazdan güneşin batarken vereceği derstir. Karanlık çökecektir, hayır, yanık için karanlık doğacak, hatta ağaracaktır.  Her gece, karanlığını aydınlıktan kaçan bir yürekten alır ve bu gece karanlığını almak için gönlünün kapısını çalmaktadır Yanık’ın.

Hıçkırıkların müsaade ettiği kadar konuşabilmektedir Yanık:

-İlk duyduğumda ‘beyninden vurulmak’ aciz kaldı. Dünya durdu. Etraftaki tüm gürültü kesildi birden. Telefon elimden düştü. Zaman yavaşladı. Bütün güç akıp gitti dizlerimden. Ağlayamadım bile.

Hıçkırıklar yarasa seslerine ve rüzgârın uğultusuna karışır. Utanılacak bir şey yoktur artık. Bütün maskeler dışarda bırakılmıştır. Ağlamanın nereye kadar yolu varsa gidecektir. Dolunay gökteki yerini almıştır ve O da ağlamaktadır. Solucanlar karları eşelemiş tedirgin bakınmaktadır sessizliğe. Karıncalar ayaklarının ucuna basarak yürümektedir. Ötekinin duyduğu bunlardır. Kâinat kendisi gibi izlemeye başlamıştır. Yanık yandıkça yanmakta, küllerinden, yanmalık ‘Yanıklar’ doğurmaktadır.

Yanık yatağın başucunda bağdaş kurmuş, elleri, ayrılığa haykırır gibi anlamsız birleştirilmiş, her gün özenle taradığı saçları çatı katında unutulmuş eskiler gibi tozlu ve dağınık, gözler hiç olmadığı kadar düşmüş, her şartta gülen yüz kaskatı kesilmiş ve ıslak biraz. Öteki her zamanki gibi. Öteki çaresizliğin ne olduğunu izleyerek de olsa öğrenmiştir artık. Şimdi ise tüm dünya bu gidişe çaresiz kalmış. Öteki bir yandan kendi çaresizliğiyle içten içe dalga geçerken, dünyaya hemen yan tarafındaki pencereye göz ucuyla attığı bakışlarla ayar vermektedir: ‘Acının ne olduğunu öğrenemezsin, yorma kendini, senin lanetin, acıyı tatmamak üzere ve sonsuzluğa gittikçe daha çok susayan ömrüne ket vuran zamanın nakışlarıyla yazılmıştır. Sen bez parçası kadar varsın, öyle ki; en son kefenimin düğümünü çözünce yabancılığımla, acizliğini o zaman göreceksin.’ Ve perde çekilir, dünyayla olan son bağ koparılır, ay yalnızlığa çekilir.

Yanık’ın inlemeleri oksijenini bastırır havanın. Pişmanlıklar yoklukla tepkimeye girerse hep ‘Acı(2)oksit’ mi çıkar hocam? Yanık metafiziğin genişleyen evrenidir ve tüm şiirler onun sırrını çözmekten aciz teorilerden, tüm hatıralar çürütülmesine ramak kalmış kuramlardan ibarettir sadece. Yanık’ın içinde patlayan volkanların havaya saçtığı parçacıklar ipuçlarıdır:

-Ey ölüm, sen de ölümlüsün!

Bu son cümle sonu olur Yanık’ın, Öteki’nin ya da ötekileşmeyenlerin. Ölüm ötekileşmez. Hep bilinçaltındadır. Camus çıkar gelir kitaplıktan. İçine oturur Öteki’nin. Yanık acıyı kusacak gibidir hep. Gözyaşı o ki; cehennemin ateşini söndürecek olandır, Yanık’ın da ateşini söndürecektir birazdan. Tıkandıkça açılır Yanık. Tükendikçe saçılır dört bir yana. Zaman durmasa da önemi yoktur artık. Kendi susuzluğunda bulur şelalelerini.

Ölümün kalp atışları doldurmaktadır odayı. Sigara dumanını bastırsın diye yanan mumun kokusunu saymazsak adeta ölüm kokmaktadır oda. Yerde küçük bir halı, ders çalışmak haricinde her şey için kullanılan çalışma masasının üzeri öğle yemeğinden kalan tabaklarla dolu ve sandalye aceleyle çıkarılıp atılmış günlük giysilerden görünmemekte. Sağ tarafta duvara monte edilmiş küçük kitaplık, yatağın yanındaki sehpa ve komidin tozdan kaybolmuş gibi. Bej rengi duvar kağıtları parça parça sökülmüş, kopan askılıklarından dolayı perdenin bir ucu aşağı sarkmış, camlar baharın habercisi yağmurlarla çamura bulanmış. Yatak pencerenin dibine boylu boyunca yerleştirilmiş. Bu yüzden pencerenin pervazı da küçük masa niyetine kullanılabilmekte ve orda da başucu kitapları, sallama çay artıkları ve atıştırmalık niyetine birkaç çeşit yiyecek duruyor. Oda her şeyiyle ölümü anmaya hazır ve kasvet dört boyutlu canavar gibi bakılan her yere sinmiş.

Öteki payına düşeni almıştır odadan. Yanık ise odaya payını verendir. Nefes alış verişler düzene girmeye başlamıştır. Sol elinin tersiyle burnunu siler Yanık. Avuç içleriyle gözlerini. Derin bir nefes hafifliğin işaretidir şimdi. Ses gittikçe kısılır. Fazla yormadan, tane tane konuşma başlar:

-Hani geçen başkan anlatıyordu ya; bir yazar varmış hani, işte ölümün gerçekliğinden bahsediyormuş.‘Ölümü hiç görmedim, sadece anlatıyorlar. Bu yüzden ölümün gerçekliğini anlamıyorum sadece varlığını biliyorum’ falan diyormuş. Hiç mi sevmemiş abi?

Ses boğulur. İçerde biriken bütün cümleler anlam sırasına riayet etmeden havaya karışmak için yarışmaktadır:

-Bu nasıl bir andır abi? Her şey tek bir anlamda bütünleşiyor. Bir şiirde ‘ilk başta kımıldar hafif bir sancı, ayrılık sonradan kor yavaş yavaş’ diye bir mısra vardı. Kımıldayan sancı buysa… Hani bir şarkı vardı; ‘Birbirimize birkaç aşk kadar geç kalmasaydık..’  Niye hep geç kalıyorum?

Yanık’ın kalıyoruz yerine kalıyorum demesi dünyada işlenen tüm suçları üstlenme isteğindendir. Çünkü ancak bu kadar büyük bir yükün altından hak etmişlik duygusuyla kalkabileceğine inanmaktadır. Bütün çocuklar onun yüzünden ölüyor, hayatı buruşturulup atılanların vebali kendi üzerine, insanlar onun yüzünden dileniyor ve daha neler…

Öteki çaresizliğin dibindedir. Susmanın en güzel eylem olduğu ânı yaşıyor şimdi. Bir zamanlar hayatının en büyük hafakanı olan ‘insanların bir başkasını anla(yama)ması’ yine gelip bakışlarının orta yerine oturmuştur. Her acıyı yaşamış olmalıydı ki anlayabilmeliydi. Suçluluk duygusu havaya karışmıştır bir kez. Soluyan herkes içine doldurmaya memurdur artık. Öteki de suçluydu ki; bilmiyor, anlamıyordu. Hep kaçmıştı ve kaçışlarının sebebi olan kaybetmek korkusu şu an durduğu yerin en net tanımıydı.

Yanık soğumaya başlamıştır artık. En naif tavrıyla bir şarkı ister: ‘Alev alev.’ Belli ki hatırlamak istemektedir. Dahası unutmaktan korkmaktadır. ‘Bir gün…’ diye başlayan cümleler almıştır sırayı:

-Bir gün bu şarkıyı çalıp, ‘Şarkılar neden var biliyor musun?’ diye sormuştum. ‘Hayır’ demişti. ‘Bir daha dinlendiği zaman aynı yere getirsin diye’ demiştim. ‘Sen şimdi nereye gittin?’ diye sordu. ‘Bir yere gitmedim, sonradan dinlediğimde beni buraya getirsin diye…’

Gidememek korkusu sarmıştır. Ardına bakmadan gittiği zamanlar, pişmanlıklara bırakmaktadır yerini. Aklından geçenleri anlatmaya mecali olsa; gece nelere şahit olacaktır kim bilir. Hatıralar susmak bilmez bir türlü. Her biri yedi kule zindanlarında tutuklu kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşmuş gibidirler; ancak dilin mecali yoktur ve her hatıra işkencenin bin türlüsüdür şimdi. Yanık’ın gözyaşlarıyla hafifleyen vücudu arada bir sara nöbeti geçirir gibi ani çıkışlar yapmaktadır:

-N’olacak abi şimdi? Susma artık bir şey söyle!

Yanık, bu haykırışla bir yandan tutunacak son dala uzanmaya çalışırken diğer yandan Meriç’in sözleri yankılanır zihninde:

‘Her teselli ihanet gibi gelir.’

Öteki izlemek ve dinlemek sınırlarının sonunda olduğunu anlayınca yatağın başucunda duran kitaba uzattı elini. Gözlerini bir anlık kapatıp yalvardı, tüm zorunlulukları içine doldurması için. O kadar mecbur hissetmeliydi ki; tek kelime edebilsin.

-Yapacak hiçbir şey yok.

dedikten sonra, kitabın içinden bir cümleyi okumaya başladı:

-Çünkü endişeli bir yüreğin en büyük arzusu, sevdiği kişiye sonsuza dek sahip olmak ya da ayrılık zamanı gelip çattığında, bu varlığın ancak buluşma günü gelince son bulacak düşsüz bir uykuya dalmasını sağlayabilmektir.*

Sabaha karşı yorgunluk bürümüştür havayı. Perde, pencere, en son da kapı açılmıştır. İstek üzerine çalınan müzik istek üzerine sabaha kadar tekrarlanmıştır. Ve gecenin sonu gibi şarkının sonu da aynıdır:

Al beni, ne yaparsan yap.’

*Albert Camus, Yabancı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir