Abdülhak Hâmid, hayatın son yıllarında, debdebeli bir cenaze merasimi ile göçüp gitmeyi, hayat sahnesindeki jübilesini de bir âlâyişe çevirmeyi hayal eder olmuştur. Bir seferinde, ahbaplarına der ki (M. Zeki Pakalın, Tarihe Malolmuş Fıkralar, Nükteler, İst., 1946, s.217).
“-Kimbilir, benim cesedimi içine koyacakları tabutun tahtası yaş olarak şimdi hangi ağaçtadır. Tabutumun çivileri kimbilir nerededir? Tabutumun üzerine örtecekleri şal şimdi kimbilir hangi koyunun üzerinde bir tüğdür? Belki de namazımı kılacak olan imama her gün sokakta rast geliyorum da bundan haberim yok.”
“Şair-i Âzam”ın bu cümleleri, “Sultanü’ş şuarâ” Necip Fazıl’ın hepitopu iki mısralık “Büyük Randevu” şiirinin özüne pek benzer:
Büyük randevu… Bilsem nerede, saat kaçta?
Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?
İki muhteşem benliği ruh yakınlığından mülhem bir ortak duyuş mu, tevafuk mu yoksa yumuşak bir intihâl mi, karar okuyucunundur.
(Kaynak: Seke Seke Ben Geldim – Sekmeler I, M. Kayahan Özgül, Hece Yayınları, Ankara, 1. Baskı, 2018)
1 Yorum