“Sağlığında nice ehl-i hünerin
Bir tutam tuz bile konmaz aşına
Öldürürler evvel onu acından
Sonra bir türbe dikerler başına”
Ferit Kam
Cumhuriyetin ilk yıllarında resmi ideolojinin hışmına uğrayan yazar, şair ve düşünürlerin çokluğu seni endişelendirmedi mi hiç? Acaba neden düşünen ve üreten insanlar üzerinde bu kadar ciddi baskı gördüler?
Bu sorunun birkaç cevabı var. En baştan meseleye şöyle yaklaşmak lâzım bana kalırsa; resmi ideoloji, kendi benimsediği dünya görüşüne uymayan her türlü fikri, kanunları ve cezaevini araç kullanarak bastırmaya çalıştı. Bir ideal olarak ortaya koydukları fikre güvenmediklerinin göstergesiydi bu belki de. Muhatap oldukları insanları ve onların muhalif fikirlerini ikna etmek gibi bir düşünceye girmeden, baskıyla, sansürle, cezalarla susturmaya çalıştılar. Sabahattin Âli bu isimlerden biri.
Muhalif duruşu neticesinde çok sıkıntı çektiğini biliyorum ama en dramatik olan kısım her halde hâlâ aydınlatılamamış bir cinayete kurban gitmesiydi.
Sabahattin Âli için en sıkıntılı günlerin başlangıç tarihi 1931 yılıydı. Bu tarihten itibaren şair, öldüğü yıla kadar defalarca yargılandı, bazen beraat etti bazen ceza aldı. Hapse girdi, kitapları ve çıkardığı dergi de toplatıldı ve de müsadere edildi. 1947’deki ölümüne kadar hep sıkıntı çekti, başı dertten hiç kurtulmadı neredeyse. Uzun süre ekmeğini kazanmakta güçlük çekti, sürgünler ve memuriyetten uzaklaştırılmalar bunda en çok pay sahibi olan gelişmelerdi.
Yurt dışında okumuş, dil bilen, şair ve yazar olarak gördüğümüz güçlü bir kalemi olan birisinin bu muamelelere maruz kalmasının gerçek nedeni neydi?
Dönemin tek hâkimi olan Cumhuriyet halk Fırkası, istedikleri kalıplara uyan, belirledikleri çizgiler içinde eser üreten yazar, şair ve düşünce adamı istiyordu. Sabahattin Âli ise bu kalıplara bir türlü uymuyor, rejimin istediği gibi ona körü körüne bağlanmıyordu. O dönemde iktidar tek tip insan, tek tip kültür istiyordu. Bu noktada muhalefete tahammülleri de yoktu. Ancak Sabahattin Âli gibi hakiki sanatkâr kumaşından nasibini almış birisi bunları kabul edemiyordu ve zaman zaman tek parti iktidarını eleştiriyor, yapılan haksızlıklara tepki gösteriyordu.
Yani, sadece muhalif fikirler taşıdığı ve bazı haksızlıklara karşı çıktığı için mi öldürüldü?
Bu konuyu anlamak için biraz da o dönemin Türkiye’sini anlamak gerek. Hatta tek parti iktidarını, düşünce yapısını da iyi analiz etmek lâzım. Adamlar ülkenin güllük gülistanlık olduğunu anlatıyorlardı ama bazıları da çıkıp her yerin dikenden geçilmediğini, haksızlık ve yanlış uygulamaların ülke sınırlarını aştığını söylüyordu. Bu tarz kişilerin varlığı her zaman tek parti iktidarını ve yönetici kadroyu rahatsız etmiştir. Mesela Sabahattin Âli, 1945 yılında Sırça Köşk isimli kitabını yayımladığı zaman CHP’nin Bakanlar Kurulu kararıyla kitap bir anda toplatıldı.
Kitapta ne vardı ki? Neden rahatsız olmuştu devrin iktidarı?
Senin de tahmin edebileceğin gibi kitap bir öykü atmosferi içinde dönemin tek parti iktidarını eleştiriyordu. Ancak bu eleştiriler öyle açık şekilde yapılmıyordu. Yazar, meseleleri üstü kapalı bir şekilde ustaca yazmıştı. Ama buna rağmen CHP’nin hışmından kurtulamadı ve hemen toplatıldı. Bu çok da sürpriz bir durum değildi çünkü Sabahattin Âli zaten sistemin fişlediği, ensesine devamlı birilerinin dikildiği, takip edilen, gazeteleri kapatılan, kitapları toplatılan, bu vesileyle yıldırılmaya, susturulmaya çalışılan bir adamdı. Ama onlar böyle baskı kurdukça Âli daha da hırçınlaşıyor ve kabuğuna sığmaz oluyordu. Kısacası üstü kapalı bir şekilde susması gerektiğine dönük olarak yapılan ihtarları, bazen de açık, aleni tehditleri dinlemiyordu.
Galiba bu tarzı da onun ölümüne giden süreci hızlandırdı ve rejim onu ebediyen susturdu diyorsun. Ama bu ciddi bir iddia, bunu doğrulayacak ifadeler, görüşler, yazılar var mı?
Önce şunu söyleyeyim, dönemin CHP zihniyetinin faşistçe tutumu işin bu merhaleye gelmesine neden oldu. Senin sorduğun kısma gelecek olursak, elbette Âli’nin öldürülmesiyle ilgili resmi açıklamaların dışında ciddi olarak bu iddialar dile getirildi zamanında. Mesela solcu yazarlardan Hasan İzzettin Dinamo, Sabahattin Âli’nin öldürülmesiyle ilgili kaleme aldığı uzun bir yazıda, Naziler’in “kaçarken vurulmuş süsü verme” taktiğiyle sınıra götürüldüğünü ve orada devlet tarafından öldürüldüğünü yazar. Yine Yalçın Küçük’ün bazı iddiaları var mesela. Küçük’e göre Bulgaristan’a gitmek isteyen yazar, dönemin Millî İstihbarat Teşkilatı ile bir anlaşma yapıyor. Bu anlaşamaya göre Bulgaristan’a adam kaçıran bir örgütün çökertilmesine yardımcı olması karşılığında Âli, sınırı geçecekti. Ancak sınırı geçtiği sırada sırtından vurularak öldürüldü. Küçük, meselenin sonraki boyutunu şöyle anlatıyor “Sabahattin’in ölümü, öldürülmesinden altı ay kadar sonra, Türkiye’de sol tehlikeyi abartmak ve solcuları terörize etmek için büyük bir kampanya içinde kullanılıyor. Fetişçi ve bayağı sol, rejimin bu senaryosunu, biraz değiştirerek kullanmayı tercih ediyor.”
Cinayetle ilgili anlatımlar bu kadar mı peki?
Hayır, bazı film senaryosu tadında anlatımlar da mevcut. O anlatımlarda aslında işin gerçeği örtülmeye, hakikat perdelenmeye çalışılıyor. Bunu bariz olarak anlıyorsunuz. Ama o dönem için yapacağınız pek bir şey yok. Çünkü Âli’yi öldürenlerin ana amacı bir muhaliften kurtulurken, geriden gelip onu takip eden diğerlerine de gözdağı vermekti. Burada bir güç gösterisi oynanıyordu yani. Tabiî Sabahattin Âli’nin vahşice öldürülmesi dönemin iktidarının istediği sonuçları da vermedi değil. Bir taşla iki kuş vurmak isteyenler belli bir süre için de olsa istediklerini aldılar. Sol kimliğiyle bilinen Rasih Nuri İleri bu cinayeti anlatırken jandarmanın Sabahattin Âli’yi sınırı geçmeye çalışırken yakaladığını ve karakola götürdüğünü, orada yapılan işkencede dozun biraz fazla kaçırılınca Âli’nin öldüğünü yazar. Beklenmedik bu ölüm üzerine ceset yakalandığı yere götürüp bırakılıyor. Sonrasında ceset, Şükrü adında bir çoban tarafından ama “aylar sonra” çürümüş bir halde bulunuyor. İşe bakın ki çoban cesedin cenaze namazını kılıyor, defnediyor ve sonra jandarmaya ihbar ediyor. Jandarma da gelip mezarı açıyor. Bildiğin film senaryosu yazılıyor senin anlayacağın.
Bu arada Türk tarih Kurumu da Sabahattin Âli’nin devamlı takip edildiğine dair yeni belgeler bulmuş. Bu belgeler, cinayetle ilgili bazı kısımların aydınlatılmasına yardımcı olur mu sence?
Benim görebildiğim kadarıyla ortaya çıkan o belgelerde bir muhbirin yazdığı bir yazı var ki, çok önemli. “M.” imzasıyla yazılan bu yazıda muhbir, elde ettiği bilgilerin adresi olarak Neriman Hikmet’in adını veriyor. Suat derviş’le aynı evde kalan Neriman Hikmet, her zaman masum olarak görülmüş birisidir. Ancak bu bilgilerin keşfiyle anlamış oluyoruz ki, Neriman Hikmet sanıldığı gibi masum ve ürkek birisi değil, resmen polislerin içeriden bilgi aldığı, onlara bilgi sızdıran “beşinci kol” imiş. Bu mesele sadece Sabahattin Âli özelinde konuşulmamalı. O dönemde Türkiye’de cinayet aşamasına gelmese de çok baskı gören insanlar vardı. Tek parti iktidarı için sağ ya da sol görüşlü olmanız fark etmiyordu. Resmi ideolojinin dayatmalarını kabul edip etmediğinize bakılıyordu. Eğer sisteme muhalif fikirler taşıyorsanız siz tehlikeli bir insansınız demektir. Bu noktada memuriyetten atmalar, iş bulmayı güçleştirmeler devreye sokuluyordu. Yani geçim sıkıntısı ve maddi zorluklarla terbiye edilmeye çalışılıyordu muhalifler.
Yani sağlığında ekmeğine tuz koymayanlar adamı açlıktan öldürüp sonra da türbesini yaptılar diyorsun.
Merhum Ferit Kam’ın şiirinde dediği gibi oldu, evet. O yüzden 1923 sonrasında konuşmak, hür düşünce ifade etmek çok büyük bir lükstü. Bugün bağırıp çağıranlara bakma, onlar laf salatası yapıyorlar. Eğer 1950’lere kadar gelen Türkiye’de yaşasaydılar korkudan saklanacak yer ararlardı. Hikmet Kıvılcımlı, Orhan Kemal, Tahirü’l-Mevlevî, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti gibi isimler en çetin dönemlerde konuşup eleştirilerde bulunmuşlardı.
Davut Bayraklı
2 Yorum