Picasso’nun Hat Sanatından Haberi Var mıydı?

Evet, vardı. Şöyle ki; Miró, Klee, Kandinski, Hartung ve Matisse gibi birçok tanınmış Batılı sanatçı Haiti’den Afrika’ya, oradan Japonya’ya kadar uzanan geniş ilgi alanlarına İslâm dünyasını da dâhil etmişlerdi. Picasso da bu sanatçılar gibi hat sanatını inceleyip takdir etmiş ve eserlerinde değerlendirmişti.

Ancak bu durum Türkiye’de ideolojik bir altyapıyla ele alındı. Picasso’nun ilgisi, hat sanatının uğradığı haksızlığa verilen okkalı bir cevap gibi görüldü ve bu yüzden kıymetli bulundu. Zira istenen cevap, Harf İnkılâbı gibi çabalarla örnek kabul ettiğimiz Batı’dan, modern sanatın zirvesi Picasso’dan geliyordu. Anlatıya göre Picasso gördüğü bir hat eseri karşısında “İşte gerçek resim bu!” diye haykırmakta, eğer daha önce bu sanatı tanımış olsa soyut resme hiç başlamayacağını ve ulaşmak istediği noktaya sanatının yüzyıllar önce vardığını söylemekteydi. Daha yakın dönemde ise durum biraz evrildi ve sahip olunan yerli değerin, Batılı ağızdan takdir gördüğünde kıymetleneceği/kıymetinin artacağı fikr-i sabiti bu konuda da hâkim oldu. Gerçekten de birçok çağdaş Türk ressamının hat sanatına yönelişinde, bu beklenmedik ilgi ve takdirin önemli etkisi olmuştur.

Picasso rüzgârının bütün dünyada estiği bir çağda böylesi bir hikâyenin ilgi çekeceği muhakkak. Nitekim hikâye giderek yayılıyor ve hiçbir kaynak zikredilmeden akademik çalışmalarda bile yer almaya başlıyor. Dilden dile dolaşan hikâyede birincil kaynağın bir türlü zikredilmemesi, bir süre sonra olayın gerçekliğinin sorgulanmasına neden oluyor ve mesela şüphecilerden Ferit Edgü itirazını dile getiriyor, hem de hat sanatıyla ilgili eserinde:

Kimilerinin, hiçbir kaynağa dayanmadan, Picasso’nun Türk ya da Arap/Acem hat yapıtı görüp ‘İşte bugüne değin yapmak istediğim!’ dediğini, yazılarına, kitaplarına geçirmeleri ancak bir tek şeyi gösterir: Genelde resim, özelde Picasso’nun sanatından hiçbir şey anlamadıklarını.

Peki durum Edgü’nün dediği gibi mi? Veya elimizde konuyu aydınlatacak hiç kaynak yok mu? Bu soruların cevabını, önce Picasso ile tanışmış üç Türk ressam üzerinden verebiliyoruz: Abidin Dino, Nurullah Berk ve Hasan Kavruk.

İlk ipucu bir gazete kupüründen. Picasso’nun ölümünden hemen sonra Cumhuriyet gazetesinin Paris temsilcisi Kosta Daponte, Paris’te yaşayan Türk ressamlara Picasso’yu soruyor. Bunlardan biri de Picasso ile dostluk bağı bulunan Abidin Dino, diyor ki:

Picasso, Türkiye’yi severdi. Akdeniz’in iki ucundaki iki ülkenin, Türkiye ile İspanya’nın yakın olduklarını düşünürdü. Nakkaş Siyah Kalem’i biliyor ve seviyordu. Atelyesinde bir Türk kilimi vardı. Türk şiirini tanıyordu. Türkiye’nin yabancısı değildi. Onun ölümüyle Türkiye büyük bir dost yitirmiştir.

Her ne kadar Dino, aradığımız cevabı doğrudan vermese de, anlıyoruz ki Picasso Türk kültürüne gayet aşinadır. Bu aşinalığı biraz daha ileriye, Nurullah Berk’in bir hatırasıyla taşıyabiliyoruz.

Nurullah Berk, Türk resminin önemli isimlerinden, döneminin birçok kabiliyeti gibi Paris’te bir müddet bulunuyor (Burada Hoca Tahsin Efendi’nin “Paris’e git hey efendi akl u fikrin vâr ise/ Âleme gelmiş sayılmazlar gitmeyenler Paris’e” beyti akla takılıveriyor). Paris’teyken doğal olarak meslek ustalarını takip eden Berk, Andre Lhote’nin atölyesine de devam ediyor. Günlerin birinde Lhote, Doğu minyatürlerinden bahsederken; Berk, bu minyatürlerin “bir çeşit” ilkelliğinden söz açınca, gülümseyen Lhote’nin yanıtı şöyle oluyor:

İlkellik mi dediniz? İran minyatürleri kadar bilgili yapıtları ancak Batı ustalarında bulabilirsiniz.

Bu konuşmadan 14 yıl sonra, 1947’de bir kez daha Lhote’nin yanına uğrayan Nurullah Berk bu sefer daha hazırlıklıdır, Doğu sanatı üzerine çokça düşünmüştür. Çantasından çıkardığı Şeyh Hamdullah’ın, Karahisârî’nin, Mustafa Râkım’ın, Kâmil Akdik’in yazılarının birer fotoğrafını uzatır. Lhote yazıları uzun uzun inceleyip değerlendirirken “İşte!” der, “Öğrencilere anlatmak istediğim, bir türlü de anlayamadıkları.

Lhote’nin çok beğendiği hat eserlerinin ikinci hedefi ise biraz da talihin yardımıyla Picasso olur. Nurullah Berk’in (bir plajda yakalamasından olsa gerek) pek konuşma heveslisi görmediği Picasso eserleri dikkatle incelerken çifte vav’ları işaret ederek “Bunlar ne kadar ritmik.” der, “Bunlardan bir şeyler çıkar, bir şeyler çıkar. Doğulu renkçidir ama renkçiden çok fazla çizgici, yani soyuttur. Bu soyut Doğu dehasının en güzel örnekleri bunlar, bu yazılar.

Bir yıl sonra, 1948’de, Picasso’yu bir başka Türk ressamı yakalar: Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Paris’e, resim eğitimi almaya gönderilen Hasan Kavruk. Kavruk, Galerie Louise Leiris’te Andre Masson’un sergisini gezerken, boş salonda sohbete dalan dört kişiden birini hemen gözüne kestirir. Çekine çekine yanına yaklaşarak hedefine Türk resmini nasıl bulduğunu sorar. Soru sahibine dönen Picasso, muhatabının bir Türk ressamı olduğunu anlayınca ikinci bir soruyla burada ne işi olduğunu öğrenir. Kavruk “anahtarları almaya” gelmiştir, Paris’e gelen birçokları gibi o da Andre Lhote ile çalışmaktadır. Picasso “Anahtarları al ve hemen ülkene dön.” der, “Çünkü senin yurdun hazinelerle dolu. Eski yazınız yeter de artar bile.” Genç Türk ressamı muhatabına şaşkın gözlerle bakarken Picasso hat sanatının yazı türlerini sayıp inceliklerini anlatmaya başlar, sonra devam eder:

Onlara öylesine hayranım ki 1915’le 20 arasında Paul Klee’yle birlikte önümüze serip bir yığın soyut çalışmalar yaptık. Bunların yanı sıra sizin bir de el sanatlarınız var. O apayrı bir hazine. Vakit bulunca hemen Türkiye’ye gelmek istiyorum.

Kavruk’un anlattıkları görüldüğü gibi Dino ve Berk’in söylediklerini teyit ederken, Picasso’nun Türk sanatı denince ne anladığını da öğrenmiş oluyoruz.

Peki bu üç ressamın anlattıkları acaba Türk’e Türk propagandası olabilir mi? İşte burada imdadımıza Gertrude Stein yetişiyor. Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden Stein, hayatının büyük bölümünü Fransa’da geçirmiş ve sanat/edebiyat çevrelerinde birçok dostlar edinmiştir ki, bunlardan biri de Picasso’dur. İkilinin kurduğu dostluğun en bilinen iki meyvesi Picasso’nun Stein portresi ile Stein’in “Picasso” kitabıdır.

Stein 1938’de bitirdiği kitabında Picasso’nun sanatçı kişiliğinin her zaman etkiye açık olduğunu, bu etkilerin kişiliğini ve sanatını zenginleştirdiğini söyler. Her İspanyol gibi bir parça Doğulu/Sarasin (Müslüman) karakter taşıyan ressamda bir dönem tutkunu olduğu Doğu/Arap kültürüne özgü ayrıntılar bulmak zor değildir. Özellikle 1913’ten 1917’ye kadar süren dönemde kaligrafik bir eğilimle tablolarını biçimlendirdiği görülebilir. Zira Picasso için yazı, başlı başına bir sanat, okunabilen resimdir. Yazı ve resim ikilisini, iki geleneği ele alan sanatçı bunlardan devşirdikleri ile yeni eserler üretmesini bilmiştir. Stein’e göre bunun en belirgin örneği “Mercure” balesinin dekorlarında görülür. Tabii Stein’in Picasso’nun eserlerinde gördüklerini herkesin göremediğini de not düşmek lâzım.

Öyle görünüyor ki, Picasso’nun dost ve tanışları, sanatçının hat ile yakın bir ilişki kurduğuna şahitler. Peki akademisyenler bu ilişkiden haberdar mı? Kısmen, Picasso’nun ilk dönemlerine yoğunlaşan (özellikle de Müslüman asıllı veya İslam sanatıyla ilgili) araştırmacıların eldeki hatıralara ekleyecekleri şeyler var.

Herkes gibi Picasso da doğduğu/yaşam sürdüğü coğrafya ile yaşadığı çağın çocuğudur. Picasso’nun 1881’de dünyaya geldiği Malaga, bir Endülüs şehri. Ve Endülüs; Avrupa, Afrika ve İslâm medeniyetlerinin bir kesişim noktası. Bu yüzden Picasso’yu Latin ve Arap sentezi olarak gören, ressama uzak Müslüman/Arap atalar atfeden (ki bunların arasında Picasso adının Arapçadan gelmiş olabileceğini iddia edenler bile çıkmıştır) ve sanatını bunların mirası olarak gören (bazıları aynı zamanda Picasso’nun dostu olan) birçok araştırmacı-yazar var. Gerçekten de Picasso, Doğu/İslâm kültürünün içine derince nüfuz ettiği bir coğrafyada doğmuş ve farkında olsun olmasın bu kültürü hazmetmiştir. Bu yüzden, çağdaşları malzeme arayışıyla Kuzey Afrika coğrafyasını dolaşırlarken, o kafasındaki Doğu fikrini Doğu’ya gitmeden oluşturabilmiştir.

19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın ilk 30 yılı Avrupa sanatı için bir arayış dönemidir. Batı sanatı bu dönemde kendi kurallarını birer birer yıkarken dışındaki dünyayı tanımak için ciddi çaba sarf eder. Nasıl ki 19. yüzyıl Batı edebiyatı, Doğulu klasik kaynaklara ulaşıp bunlardan beslendiyse; 20. yüzyıl da Batı resim sanatının artık oryantalist etkiden sıyrılıp “hazmedilmiş” eserler ortaya koyabildiği bir dönem olmuştur. Bu dönemin sanatçıları birer malzeme olarak; ilk mağara resimlerini, eski Mısır hiyerogliflerini, Çin ve Japon kaligrafisini, Girit ve Yunan sanatının örneklerini, Kızılderili masklarını, Afrika-Zenci heykellerini, İslâm dünyasından halı-kilim motifleri ve minyatürleri ile hat örneklerini almış, yorumlamış ve kendi “yeni” sanat üsluplarını ortaya çıkarmışlardır. Nitekim sanat tarihçisi Ernst Gombrich, modern sanatın büyük ölçüde Doğu sanatına bir yönelme olduğunu ve modern Avrupa sanatının Doğu sanatını “yansıttığını” yazar.

Batı resim sanatı İslâm yazısını başlıca üç yolla tanımıştır: Bunların ilki oryantalistlerin eserleri, ikincisi de Avrupa’nın birçok şehrinde düzenlenen ve oldukça ilgi uyandıran İslâm sanatı sergileri/fuarlarıdır. Üçüncü yol ise biraz zahmetlidir; Henri Matisse, Vasili Kandinski, Paul Klee, August Macke ve Louis Moilliet gibi sanatçılar kültür ithali için Kuzey Afrika başta olmak üzere İslâm coğrafyasını dolaşıp malzeme devşirmişlerdir; hatta bunlardan Kandinski İstanbul’a da uğramıştı. Bu sanat seferlerinin ganimetlerinden biri de hat sanatı olmuştur. “Ben aramıyorum, buluyorum” diyen Picasso’nun tüm bu gelişmelerden bîhaber kalması tabii mümkün değildir; ki gerek sanat tarihçileri gerek Picasso biyografları ve gerekse Picasso’nun “Mercure” dekorları, “La Danse” ve “Dessin” gibi eserleri iddiamızı teyit ediyor. Hele ki iki kitap için yaptığı kaligrafi çalışmaları: Pierre Reverdy’nin “Le Chant des morts” ve Iliazd’ın “Afat. Soixante-seize sonnets” kitaplarındaki çizimleri bu konuda şüpheye yer bırakmaz.

Mevzuyu toparlamak gerekirse; Picasso, Guinness Rekorlar Kitabı’na girecek kadar üretken bir sanatçıdır. Ortaya koyduğu binlerce eser bir araya getirilecek olursa görülüyor ki; sürekli bir arayış ve “buluş” içerisinde olan sanatçı, bütün dünyadan derlediği resim olanaklarını kendi potasında eritmiştir. Bir gelenek oluşturmayan, alışkanlıklarını terk etme konusunda tereddüt etmeyen Picasso, arayış süreçleri içinde hat sanatını da tanımış ve değerlendirmiştir. Yani eserlerindeki işaretler referanssız bir benzerliği değil, bilinçli bir etkilenmeyi gösterir. Yalnız bu etkilenme, kendisinden önceki oryantalist ressamlar gibi taklitçi değil; çağdaşları gibi, Avrupa dışı sanatsal pratikleri hazmedip yeniden yorumlamak suretiyle olmuştur.

Son sözleri hem Türk Hat sanatının hem de Picasso’nun hayranı bulunan Sabahattin Eyüboğlu’na bırakmak yerinde olur. Zira Eyüboğlu, (Tıpkı Fransız sanat tarihçisi Eustache de Lorey gibi) aradaki âşinalığı sadece “görerek” fark etmiştir:

Avrupa’da resmin yeni istikameti Kâmil Aktik’in [Akdik] temsil ettiği estetiğe doğru gitmektedir. Mücerret plastik, tasviri resim dünyasına nüfuz etmekte ve tezyini kıymetler, tabiat taklidinin yerini tutacak gibi görünmektedir. Picasso’nun resimdeki bazı cüretkâr arabesk tecrübeleriyle eski Türk yazı sanatının mimarisi arasında şayanı hayret bir akrabalık görülmektedir. […] Bizde büyük ressam herhalde Türk tezyini sanatları ile Garp resim telakkisini mezceden, Picasso ile Kâmil Aktik’i uzlaştıran adam olacaktır.

 

Halil Karataş


 Kaynakça

  • Erdoğan Tanaltay, “Hasan Kavruk’la Bir Gün”, Sanat Çevresi, sayı 95 (Eylül 1986), s. 18-21.
  • Ferit Edgü, Türk Hat Sanatı (Karalamalar/Meşkler), İstanbul [Tarihsiz], s. VIII.
  • Finbarr Barry Flood, “Picasso the Muslim or, How the Bilderverbot became modern” (Part 1), RES: : Anthropology and Aesthetics, sayı 67/68 (2016/2017), s. 42-60.
  • Finbarr Barry Flood, “Picasso the Muslim or, How the Bilderverbot became modern” (Part 2), RES: : Anthropology and Aesthetics, sayı 69/70 (2018), s. 251-268.
  • Gertrude Stein, Picasso, çev. Kaya Özsezgin, Ankara 1995, s. 42-46.
  • Hasan Kavruk, “Beni Bana Sordular”, Sanat Çevresi, sayı 95 (Eylül 1986), s. 10-11.
  • Kosta Daponte, “Picasso Türkiye’yi tanır ve severdi”, Cumhuriyet, 21 Nisan 1973, s. 6.
  • Nimet Şeker, “Picasso ve Kuran – Almut Sh. Bruckstein Çoruh ile söyleşi”, https://nimetseker.wordpress.com/archiv/turkce/picasso-ve-kuran/, Erişim tarihi: 06.07.2023.
  • Nurullah Berk, Ustalarla Konuşmalar, s. 19-26, 60-63.
  • Sabahattin Eyüboğlu, “Yazı ve Resim”, İnsan, sayı 2 (15 Mayıs 1938), s. 5.

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • Çetin , 21/10/2024

    Detaylı bir yazı olmuş, emek verilmiş.
    Ancak Picasso ve hatta dair yazılanları “Türk’ün Türk’e” propagandası olarak görmek doğru değil diye düşünüyorum. Bir zamanlar hat gibi güçlü bir sanat, politik gerekçelerle âdeta yasaklı oldu bu ülkede… Kimileri ise eciş bücüş diyerek yüzlerce yıllık sanatın, sanat olmadığını bile iddia etti. Bu durumda dindarların reaksiyon vermesi kadar tabii bir durum yoktu.
    Öte yandan Picasso’nun methiyeleri o kadar güçlü ki “yenilikçi sanatçının mutat arayışlarından biri” şeklinde değerlendirmek zorlama bir yorum gibi görünüyor.

  • merserize , 16/08/2024

    Istifade ettiğim bir yazı oldu, merakla okudum. Teşekkür ederim.
    Acaba bu yazının devamı gelir mi? Mesela “Hat sanatı” tabiri ne zaman kullanılmaya başlandı?

    Aslında ‘Hat’ bir ilim, sanat değil ! değil mi?
    “Hat ilmi” ne zaman sanat adı altında varlığını sürdürmeye başladı? merak ettiğim sorular.

  • Samet , 15/08/2024

    Doyurucu bir çalışma olmuş, emeğinize sağlık. Tebrik ederim.

  • dağlara küstüm ali , 15/08/2024

    Ben de Picasso’nun hat sanatından etkilendiğini ilk defa Necip Fazıl’dan duymuştum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir