Uzun zamandır tarih sohbetleri yapıyoruz. Şimdi geriye dönüp baktığımda Türk Edebiyatı tarihi üzerine çok az konuştuğumuzu fark ettim.
O zaman bu sohbetimizi Türk Edebiyatı hakkında yapalım, böylece az da olsa telafi ederiz. Hem ben de uzun bir aradan sonra edebiyat hocası olduğumu hatırlamış olurum.
Peki, kim üzerinden konuşacağız? Ortak bir noktada buluşabilecek miyiz?
Senin sevdiğin benim de eserlerine değer verdiğim bir ismi konuşalım: Peyami Safa. Türk edebiyatı için çok önemli bir isimdir. Maalesef gerektiği kadar ilgi görmediğini düşünüyorum.
Bu noktada çok haklısın… Türk romanını anlamak için onu anlamak lazım. Fakat bu çok geniş bir konu bir sohbette bitirebilecek miyiz?
Ben, Peyami Safa hakkında genel bir çerçeve çizeceğim. Fazla bilinmeyen ya da kenarda köşede kalmış bazı şeyleri anlatacağım. Merhum Mehmed Niyazi hoca da bu konuda güzel yazılar kaleme almıştı. Hakkında akademik tezler, biyografik kitaplar da yazıldı.
Peki, vakit kaybetmeden Peyami Safa hakkındaki düşüncelerini öğrenebilir miyim?
Peyami Safa, hayatı boyunca yalnız bir adamdı bana göre. 15 Haziran 1961 günü vefat ettiğinde cenazesine resmî zevattan kimse katılmamıştı.
Bu durum biraz da 1960 darbesinin ortaya çıkardığı sıkıyönetim döneminden kaynaklanıyordu değil mi?
Haklısın, sıkıyönetim döneminde kimse bu cenazeye katılmaya cesaret edemedi. Bir kişi hariç… En azından ben öyle biliyorum. Bu kişi merhum Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu idi. Mezarın başına askerin arasından sıyrılarak gelmişti ve “Beni, hiç kimse Peyami Safa’nın mezarının başında konuşmaktan men edemez.” diyerek söze girmişti. İnsan düşünmeden edemiyor, neden böylesine önemli bir ismin cenazesine insanlar katılmaktan imtina ediyor?
Kıymeti bilinmeyen ve yalnız bırakılan biri Peyami Safa… Yakın dostlarından olan Vecdi Bürün “Peyami Safa ile Yirmibeş Yıl” adlı bir eser kaleme almıştı. Bu eserde Peyami Safa için “Altın beyinli adam” diyor. Bu söz aslında Yedi Meşaleciler’in önemli yazar ve şairlerinden Prof. Dr. Sabri Esad Siyavuşgil’e aittir ve bize Peyami’nin nasıl bir cevher olduğunu anlatır.
Haklısın, neticede Peyami’yi anlamak için bize ipucu vermesi açısından güzel, güzel olduğu kadar da çarpıcı bir ifade. Bu altın beyinli adamın dedesi Trabzonludur. Şair olan dede Mehmed Behçet Efendi, Hicaz vilayet mektupçuluğu sırasında Mekke’de vefat etmişti. Babası da Muallim Naci’nin “Şair-i Maderzat” dediği İsmail Safa Bey, annesi Server Bedia Hanım’dır. Yani Peyami de, hem dedesi hem de babası gibi şairdir. Küçük yaşta babasını kaybetmiş, yoksulluk ve bakımsızlık yüzünden dokuz yaşında kemik veremi hastalığına tutulmuştur. Çocukluğunda yaşadığı bu acıların izlerini Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında “Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüyordum.” cümlesinde görebiliriz aslında. Belki de onun yaşadığı bu acılar ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ gibi bir romanı yazmasına ve bizlere hediye etmesine vesile olmuştur.
Burada aklıma bir şey geldi. Türkiye’de bir kesim Peyami Safa’yı inancı, duruşu ve tavrı yüzünden görmezden gelir. Buna rağmen içlerinden bir ikisi istemeyerek de olsa insafa gelip gerçeği dile getirdi. Mesela Çetin Altan’ın ideolojik düşmanlığı dahi şöyle bir cümle söylemesine engel olamadı: “Biz söylemiyoruz ama ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ dünyada yazılan üç romandan biridir.”
Onlar ne kadar görmemeye çalışsalar da Peyami Safa eserleriyle ortadadır bugün. Hayatı boyunca yığınla felaket ve acılar yaşamasına rağmen metanetini korumuş ve büyük işler yapmıştı. Mehmed Niyazi hocanın anlattığına göre ayaklarında delik pabuçlar, üzerinde eski elbise, cılız bir vücut on iki yaşını doldurduğunda hayatını kazanmak mecburiyeti ile baş başa kalan birinden bahsediyoruz. Bu durum onun klasik bir öğrenim yapmasına engel olmuş, o da kendi kendini yetiştirmiştir. On üç yaşını bitirdiğinde öğretmenliğe başlamış, ilk eserini de bu yaşlarda çocuk hikâyesi yazarak vermişti.
Peyami Safa’nın eserlerindeki derin felsefî, sosyolojik ve psikolojik tahlil yeteneğinin kaynağı nedir sence?
Benim gördüğüm kadarıyla, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği bir dönemde, dört yıl boyunca bir okulda öğretmenlik yapmıştı. İşte bu okulda okuma fırsatı elde etmiş ve sosyoloji, psikoloji, felsefe ve daha bir sürü kitabı neredeyse hatmeder gibi okumuştu. Bence ilk kaynak burasıdır. Zaten sonraki süreçte bu okumaların izlerini ve deneyimlerini “Biz İnsanlar” adlı eserinde görüyoruz. Bu romanın ana kahramanı da yazarın kendisidir.
Onun romanlarında kendisine has bir üslup vardı. Bu dediğin derinlikli tahliller de bunun bir göstergesiydi bana göre. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun onun için söylediği “Bize bir üslup getirdin.” sözü de bunu doğruluyor. Hatta nükteleriyle sevdiğim meşhur şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın “İsmail Safa’nın en güzel eseri Peyami Safa’dır.” cümlesini de unutmamak lazım.
Romanlarının yanında küçük hikâyeleri, onun kaleminden tanıdığımız ve çok sevdiğimiz bir türdü. Hatta Balkan ve Birinci Dünya Savaşı, mütareke, işgal faciası sırasında büyük acılar çeken milletimiz için teselliyi onun hikâyelerinde bulmuştur dersek abartmış olmayız. Bu arada onun bir diğer özelliği de edebi değeri yüksek olan birinci sınıf romanlarını kendi imzasıyla yayınlarken halk için yazdığı kitaplarda annesi Server Bedia Hanım’ın adından uyarladığı Server Bedi müstear ismini kullanmıştı.
Benim üzüldüğüm en önemli durum onun yıllarca gazetecilik yapmasıdır. Çünkü bu kadar kuvvetli bir romancının zamanını gazetecilikle geçirip eser veremeyişi çok acı bir durum olsa gerek.
Bu noktada haklısın ama Peyami Safa’nın gazeteciliği geçim kaygısıyla yapılmış bir zorunluluktur. Dönemin şartları içinde geçinmek için Yirminci Asır ile başlayan gazete yazarlığı Akşam, Cumhuriyet, Tasvir, Ulus, Zafer, Milliyet, Havadis, Son Havadis’le devam etti. Bu arada Peyami Safa, sosyalist ve komünistlerle mücadele etmek için çıkardığı Kültür Haftası dergisi, kadro hareketine karşı olduğu için halkımız tarafından büyük ilgi gördü. Daha sonra kurduğu ve 63 sayı çıkardığı Türk Düşünce Dergisi adeta bir kitap hacmindedir. Bu dergiler milliyetçilik, maneviyatçılık, anti-materyalist, antikomünist düşünceler içeriyordu. Bunlar da milli varlığımızın temelini oluşturuyordu. Nazım Hikmet, Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel, Kemal Tahir, Niyazi Berkes ve Behice Boran’la mücadele etmiş, hepsinin de üstesinden gelmiştir. Bu, onun kaleminin ve zihin gücünün ne kadar kuvvetli olduğunu gösterir. Ama bunun yanında dönemin sosyal ve siyasal olaylarına bigâne kalmadığı, bir aydın olarak sokağa çıkıp sorumluluklarını yerine getirdiğinin de işaretidir bana göre. Son olarak aklıma gelen bir sözle Peyami Safa’nın bu konudaki etkisini ve gücünü anlatmış olayım. Tabiî ifade bana ait değil, bunu söyleyen Sabiha Sertel’dir. Peyami Safa’nın komünizmle mücadelesinde kuvvetli kalemi ve azmi karşısında çaresiz kaldıkları için Sertel “Peyami Safa’yı komünist yapsaydık, Türkiye komünist olurdu.” demekten kendisini alamamıştır. Bu da Peyami Safa’nın onların nezdinde ne kadar önemli bir karakter olduğunu göstermeye yeter.
Peki, sen Peyami Safa’yı bir cümleyle anlatacak olsan ne derdin? Bunu merak ettiğim için soruyorum.
Abartmadan ve övmeden samimi olarak söylüyorum. Eğer hakkıyla araştırılır ve incelenirse görülecektir ki, Rus edebiyatında ve romanında Dostoyevski neyse bizim edebiyatımızda ve romanımızda da Peyami Safa odur.
Davut Bayraklı
Kaynak: Mostar Dergisi, Aralık 2020, 190. sayı