Paris Musâhabeleri başlığıyla, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin izinde, o günden bu güne modernleşme tarihimizde merkezi bir yer teşkil eden Fransa’ya dair gözlemlerimizi aktarıyorduk. Kaldığımız yerden devam ediyoruz…
Saat on iki. Paris’in altı büyük tren istasyonundan Garedu Nord. Cuma’ya bir saat kaldı, Merkez Camii’ne (Grand Mosquée de Paris) yetişmem gerek. RER B’den henüz indim. Asya’nın ve özellikle Afrika’nın dört bir yanından, dünya gailesiyle kopup gelenlerin meskeni, Paris banliyölerinin köhne tren hatları, RER. Bizdeki Halkalı-Gebze banliyö hattının eski hali ile kıyas etsek, bizim hatlara ayıp olur; eski haline bile, o derece necis ve kokuşmuş. Bir vagonda iki, bilemedin üç temiz görünümlü koltuk, o da boş bulabilirsen…Aksi takdirde günün sonunda ne kadar yorgun olursam olayım, ayakta kalmaya mahkumum, insanın midesi kaldırmıyor. Siretler suretlere aynıyla aksetse, trene binmeye de mecal kalmayacak belki, kim bilir…
Dışarı çıkıp 91 numaralı otobüse biniyorum, tesadüfün böylesi, ineceğim durak Fransızların meşhur kadın kahramanı Jan Dark’ın (Jeanned’Arc) adını taşıyor. Üstad Necip Fazıl’ın, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar’ında duymuştum ismini ilkin. Fransızlar ile İngilizler arasında 14 ve 15. asırda cereyan eden ve İstanbul’un bizim tarafımızdan fethinin akabinde sona eren yüz yıl savaşlarında, Fransızlar için hayli kahramanlık gösteren bir kadın. Kimi Hıristiyan azizlerinin kendisine göründüğünü iddia ederek ordunun moralini yükseltmiş, bilahare ihanete uğramış ve İngilizler tarafından yakılarak idam edilmişti. İdamından kısa bir süre sonra Papa tarafından şehit kabul edilen Jan Dark, Fransız İmparatorluğu’nu ayağa kaldıran Napolyon tarafından, 19. asrın başında ulusal sembol ilan edildi. Üstadın bu hatun kişiyi ve o günkü hadiseleri tasviri ise, kelimeleri ustaca giydirmesi sebebiyle çok daha başka.
Camiye yüz elli iki yüz metre kala üçyol ağzında 20-30 metrekarelik bir yeşillik dikkatimi çekiyor zira Emir Abdülkadir Köşesi (Place de l’Émir-Abdelkader) serlevhalı bir tabela dikili. İnsan esef ediyor. Sen tut senelerce Cezayir çöllerinde Fransız’a kök söktür, sonra mağlup ol ve ismini gavur ellerinde alelade bir cadde köşesine versinler. Gavurun en münafıkça hasleti bu; dindaşı veya mümin fark etmez, evvela sömürür, öldürür veya süründürür; akabinde de bu işlerde hiç dahli yokmuşçasına anma günleri tertipler, anıtlar diker, yollara binalara ismini verir. Fransız’ı da böyle, Amerikalı’sı da… Adamlar başkanları Kennedy’i öldürüp ölümünü örtbas ettiler, ardından her yere ismini verdiler; caddeler, havalimanları, anıtlar vs. Zenci hareketinin öncüsü Martin Luther King’i öldürdüler, şimdi ulusal MLK günü var, güler misin ağlar mısın…
Caminin sokağına girdiğimde karşılaştığım manzara hiç iç açıcı değil; kaldırıma taşan cemaatin sokağı da kapatmaması için polis tedbir almış, caddeye seccadesini sermek isteyene göz açtırmıyor, öte yanda bir herc u merc. Halbuki mahalle Müslüman mahallesi ve cuma saati olduğu için sokakta trafik akışı neredeyse mevcut değil. Cezayirlisi, Faslısı ve sair Afrikalısı burada da, öz yurdunda da garip, burada da, öz vatanında da parya, değişen bir şey yok. Kaldırımın bir köşesine ben de seccademi serip namazı eda ediyorum. Farz biter bitmez kaldırımın temizlenmesi yönünde cami görevlilerinin ikazı üzerine, boşalan camiye giriyorum.
Endülüs-Mağrib tarzı mimariye sahip caminin inşâ tarihi 1926. Ne var ki Paris’te, merkezinde camiinin yer aldığı bir külliye fikri 1850’lerde ortaya atılıyor ve ilk olarak Sultan II. Abdulhamid tarafından projelendirilip 1895’te Fransız makamlarına sunuluyor. Bu teklif hemen reddedilmese de sürüncemede bırakılıyor ve araya giren siyasi ve askeri hadiseler sebebiyle proje akim kalıyor. Fransa’nın, I. Cihan Harbi’nde Afrika’daki sömürgelerinden topladığı yüz bini aşkın Müslüman askeri cepheye sürdüğü ve özellikle on binlercesinin Doğu cephesinde, Verdun, Dauamount ve Alsace bölgesinde Almanlar’a karşı savaşırken öldüğü malumumuz. Efendi, kölelerini kendi ikbali uğruna savaş meydanında harcadıktan sonra, göz boyama kabilinden, âdeta lütufta bulunurcasına nihayet Paris’te bir Müslüman enstitüsünün teşekkülüne ve külliye inşâsına ruhsat veriyor; sene 1920. Kanla satın alınmış, Müslüman kanına bedel, rüşvet kabilinden inşâ edilmiş bir cami; Paris Merkez Camii. Rifâa Tahtavî, Paris Gözlemleri’nde bu hususa şöylece işaret etmekteydi: “Birbirlerine ve başkalarına yardımları malla değil söz ve hareketleriyledir. Karşılığını alacağını kesinlikle bilmedikçe, bir ferde tek habbe bile vermezler!”
Mahalle içerisine inşâ edilen caminin cümle kapısı, külliyenin oturduğu arsanın konumu sebebiyle kıble istikametine göre sağ arka tarafta kalıyor, klasik usulde olduğu gibi kıblenin tam aksi istikamette değil. Cümle kapısı, Endülüs ve Kuzey Afrika’daki muadillerine nispetle daha az tezyinatlı gözükse de, Paris için yeter de artar bile dedirtiyor. Şam Emeviye Camii’nden itibaren Kuzey Afrika ve nihayet Endülüs’te mimari cihetten zirvesine ulaşan dörtgen minare formu, cümle kapısının hemen sağında arşa yükseliyor. İçeri adım atar atmaz bahçeyi çevreleyen revaklarla örülü bir dış avlu ve revakların altından geçer geçmez, avlunun orta yeri, benzerlerine Gırnata’da Elhamra Sarayı’nda ve Sevilla’daki (İşbiliyye) Alcazar’da (el-kasr=saray) tesadüf ettiğim envai çeşit bitki ile donatılmış cennet-âsâ bir bahçe. Bahçenin diğer ucundan bir başka avluya geçiyorum, kıblenin sol kolunda kalan avluya, karşımda bir anıt. “1914-1918 arası, Fransa için ölen Müslüman askerlerin anısına” serlevhalı bir mermer kitabe. Yaklaşık 37 alay saydım, tamı tamına 37 alay. Ecdat Çanakkale dâhil onlarca cephede vatan için toprağı kanla sularken, gavurun ekmeğini yiyip onun kılıcını bize karşı sallayarak toprağa düşen on binlerce Müslüman asker. Karışık duygular içerisindeyim. Hoş, bugün de gavurun ekmeğini yiyip Müslümana karşı onların kılıcını sallayanlar pek çok içimizde. Tek fark, doğrudan kurşun sıkmıyorlar, kalemlerini sivriltip sivriltip sinemize saplıyorlar, o kadar.
Cuma sonrası olmasına rağmen caminin güllerle bezeli bu dış avlusu gözlerden ırak ve tenha. Az ötede bir genç elinde Kur’an-ı Kerim ezber yapıyor. Avrupa ve ABD’deki camilerde mütemadiyen gözlemlediğim bir hadise bu ve ümitlerimin sönmeye yüz tuttuğu demlerde âb-ı hayat gibi imdada yetişiyor, ümitlerimi yeşertiyor. Ezber yapan çocuklardan, gençlerden bahsediyorum. Küfrün merkezinde, bir inşirah, bir ba’su ba’de’l-mevt, taze bir ruh üflüyor pörsümüş ve köhneleşmeye yüz tutmuş Müslüman cemaate. Allah büyük. Bataklıkta nilüferler bitiren Rabbim, güneşi Batı’dan doğurmaya da muktedir.
Cami iyiden iyiye tenhalaştı. Nihayet camiye girebiliyorum. Klasik cami mimarisinde mescid kapısı mihraba bakarken, dörtgen olarak inşâ edilen caminin en iç avlusu bu dörtgenin bir köşesine yaslandığı için, kapılar mihrabı çarpraz kesiyor. İçeride kalan cemaatin bir kısmı uzanmış kaylule yaparken bir kısmı kıraat ile meşgul. Dışarıda bir dünya, içeride bambaşka bir dünya. Devrik Mısır meliki Melik Faruk’un hediyesi minber, mağrib tarzı mihrab ile bir bütünlük arz ediyor. Öte yandan, Endülüs’te hissettiğim ve bana Endülüs’ü hatırlatan her ne var ise ondan kendisini gösteren, ciğerimiz sızlatan acı tekrar nüksediyor. Küfrün ayakları altında çiğnenen ve orada, tam karşımda bütün varlığıyla yüzüme tokat gibi çarpan, ayakta ancak perişan, dimdik kalmaya çalışan ancak kolu kanadı kırılmış, bin yıllık medeniyetin kaderine terk edilmiş öksüz evladı, Endülüs. Paris Merkez Camii Kurtuba Camii’ne göre daha bahtiyar sayılsa da, her ikisi de küfrün tasallutu altında, biri doğrudan, diğeri dolaylı.
Cami çıkışı karşı köşedeki kitapçıya uğradım, tezimle alakalı bazı kaynaklar mevcuttur ümidiyle. Uğradığıma değdi gerçi, Türkiye’de bulamadığım iki üç kitap çıktı, kısa günün kârı. Ne var ki esnaf kardeşimiz cami cemaatinin demografisini ve fikri çeşitliliği göz önüne alarak her türlü kitabı getirmiş sağolsun(!). Bir yanda Ticânî, Şâzelî, Alevî meşâyıhına dair eserler, hemen yanında bunları tekfir edenlerin eserleri. Arayış içerisindeki birinin buraya uğraması durumunda, kafasını daha da karıştırmaktan başka bir şey elde edemeyeceği muhakkak. Dükkân sahibine bu durumun kendisini rahatsız edip etmediğini sorduğumda vurdumduymaz bir tavırla, “her Müslüman hak ile batılı ayırt edebilecek durumda, benim işim değil o” minvalinde bir cevap ile savuşturdu beni, ah keşke her şey o kadar kolay olsa. Fransa’da sûfilerin veya sûfi meşrep cemaat ve cemiyetlerin Fransızca neşriyat hususunda, Suud destekli akımlar kadar faal olmadığı da dikkat çekici. Bu halin ileride başımızı çok ağrıtacağı da muhakkak.
Gün ikindiye dönerken eve doğru yollanıyorum. Trafiğe takılmadan metro ile geçmem lâzım. Caminin sol köşesini dönüp Jardindes Plantes’in bahçesine giriyorum. Burası hem botanik bahçesini ve hem de Doğal Tarih Müzesi’ni içeren bir kompleks-park. Sol yanımda Doğal Tarih Müzesi’nin Evrim Galerisi, az ileride Doğal Tarih Müzesi’nin ana binası. Bilim Dini’ne iman eden Fransız pozitivistlerin mabetleri bu müzeler. Küçük yaşlardan itibaren körpe beyinleri yıkamak için kurulan düzenek, tam manasıyla işliyor. Az ilerde Pantheon var, Latin Quarter’da. Fransız Devrimi sonrası, kilise olarak inşâ edilen St. Genevieve kilisesini, Antik Yunan’a öykünürcesine Pantheon olarak isimlendirilip müzeye çevirdiler mesela. Akabinde de, Jean-Jacques Rousseau, Voltaire, Hugo ve sair devrimci(!) bilim dininin misyonerleri için burasını ebedi istirahatgâh olarak tayin ettiler. Tahrif de olsa kadim gelenekten nüveler taşıyan Hıristiyanlığa karşı, insanı (haşa) Allah’ın yerine kaim eden bilim dininin mensupları…
Bahçeyi çıktıktan sonra nihayet istasyona geldim; Paris’in altı büyük tren istasyonundan Gared’ Austerlitz. Austerlitz, 1805’te Napolyon’un kumandasındaki Fransız ordusunun, Rus ve Avusturya-Macaristan İmparatorluk ordusunu mağlup ettiği ve halihazırda Çek Cumhuriyeti sınırlarında yer alan bir şehir. Bahse konu zaferin yâdı olarak gara bu isim verilmiş. Fransızların mutlak galibiyeti ile neticelenen savaşın akabinde Viyana’nın Fransız hakimiyetine girmesi ise bahsi diğer. Zira treni beklerken biteviye hayıflanıp durdum; böyle olmamalıydı dedim, böyle olmamalıydı. Sen hem Mısır’ı, ciğerimizi söküp al elimizden, hem de bize yâr olmayan Viyana’nın kapılarını yık geç. Onca sızının üstüne bu da tuz biber oldu. Şu âyeti terennümden gayrı bir teselli bulamadım: “Ey iman edenler! Şayet siz Allah’a yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız), O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed, 47/7)
Abdurrahman Mıhçıoğlu
1 Yorum