Osmanlı Yıkıldı mı?

Türkiye’de ne vakit tarih üzerinden konuşulsa karşımıza çıkan en önemli sorun “resmî tarih” tanımlaması olur. Batı dünyasının hâkim tarih anlayışının bizim tarihçiliğimize yansıması şeklinde zuhur eden bu tarih anlayışı, aslında bir ceset gibi otopsiye tâbi tutulmalıdır. Nasıl ki resmî coğrafya, resmî edebiyat, ya da resmî matematik, felsefe vs. olmuyorsa tarih ilminin de resmîsi olamaz. Merhum Mehmed Niyazi’nin deyimiyle, “bazılarının istediği şekilde meseleleri görmemiz, öyle bilmemiz istendiği için” resmî tarih diye bir kavram ortaya atılmıştır ve bu bir çeşit hakikati örtme biçimidir. Böyle bir tarih anlayışının olduğu yerde “gerçek tarih”ten bahsetmek mümkün değildir.

Tarih sadece belgeler üzerinden yapılan bir akademik okuma biçimi de değildir. Çünkü tarihe hayat verenler, sistemi kılıç ve kalem etrafında toparlar. Bir devlet teşekkülünden bahsettiğimiz zaman kılıç bu teşekkülde neye karşılık geliyorsa, bunun devamında kalem de aynı noktaya denk gelir. Yani kılıç neyse kalem de odur.

Tarihin devamlılık arz ettiği, tarih anlatımının da bu sürekliliğe uygun olması gerektiği bu noktada önemlidir. Büyük medeniyetler ve devletler, tarihin sürekliliği içinde yükselirler. Küçük bir şehir devletinin ya da bir derebeyliğin “yıkılması”ndan bahsederken öne süreceğimiz tezler, medeniyet tarihinde derin izler bırakmış, yayıldığı coğrafyada yeni bir toplum ve kültür inşâ etmiş imparatorluklar için geçerli olmaz.

Mesela Roma İmparatorluğu’nun veya Antik Yunan’ın yaşadığını söyleyemeyiz ama bugünkü Batı’nın onların mirası üzerinde vücut bulduğunu göz ardı edemeyiz. Hukuk sisteminden sanat ve edebiyata, mimarîden ahlâkî değerlere kadar günümüz Batı uygarlığının temelleri Antik Yunan ve Roma üzerinde yükselir. Yani aslında her ikisi de tarihin sürekliliği içinde devam etmektedir. O kadar ki, mesela Roma’nın putperestliği ilahî vahiy kaynaklı Hıristiyanlığın içine girmiş, onu dönüştürmüştür.

Diğer taraftan binlerce yıllık Çin İmparatorluğu ile daha yakın tarih içinde belirleyici rol oynamış Rus İmparatorluğu’nun halen devam ettiğini hatırlamak gerekir.

Resmî tarihin dar kalıplarından sıyrılıp objektif okuma yaptığımızda, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı ve tarih sahnesini terk ettiği iddiasının da içinin ne kadar boş olduğunu fark ederiz.

Güçlü bir medeniyet üzerinde yükselen devletlerin yaşadıkları büyük krizleri, peşinden gelen travmaları atlatıp atlatmadıklarının daha ötesinde bir olgudan bahsetmek lazım. Elbette büyük devletler, imparatorluklar bazı dönemlerde krizler yaşayacaktır. Bu krizlerde devleti yöneten hanedan, yerini bir diğerine bırakabilir. Hatta devlet organizasyonunda köklü değişiklikler de olabilir. Fakat medeniyet meşalesi taşıyan büyük devletler bütün mirasını bir sonraki oluşuma devrederek onun içinde hayatiyetini devam ettirir.

Tarihin sürekliliği meselesi sadece büyük devletler ve medeniyetler için değil, her bir insanın kişisel hikâyesi için de geçerlidir. Bir insandan bahsediyorsak, bir “mikro tarih”ten bahsediyoruz demektir. Çünkü insanın bugünkü kimliğini, şahsiyetini, karakterini kendi hafızası yani tarihi inşâ eder. İnsanı et kemik yığını olmaktan kurtaran şey, sahip olduğu hafızasıdır. Hafızası olmayan insanın bir hakikati, “ben” algısı, kendini bağlayacağı bir maddi manevi değerler bütünü de olamaz.

Bir kişiden, binlerce milyonlarca kişiye çıktığımız zaman da ortaya “toplumsal hafıza” yani tarih gerçeği çıkar. İnsanın kişisel hafızası nasıl ona bir kimlik, bir aidiyet şuuru veriyorsa, aynı şekilde toplumun sahip olduğu hafıza ona aynı değerlerin ortak ve daha bütüncül şeklini sunar.

Madem insan ve toplum hafızasıyla var olur, şu halde geçmişe kök saldığı ve bu kökleri kullanabildiği oranda geleceğe dal budak salabileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Yani kökü olmayan ağacın dalı budağı olmayacağı gibi, aynı durumdaki insanın ya da toplumun geleceği olmaz.

Batı dünyasının belli tarih okuma ve algılama biçimlerinin bize uymadığı bir başka hakikattir. Karl Marx için insanlık tarihi üretimin ve onun şekillendirdiği ilişki biçimlerinin tarihidir. Kilise ise tarih felsefesini, kilise babalarına ve Yeni Ahit’e bağlar. Genel geçer Batılı yaklaşım ise tarihin bir çizgi üzerinde “ilerlediğini” kabul eder.

Bizim tarih felsefemiz ise dairevîdir. İbn Haldun’un deyimiyle “suyun suya benzediği gibi tarih de tarihe benzer.” Yani geçmişte olan gelecekte de olacaktır. Dolayısıyla geçmiş, zamanın bir yerinde olup biten olaylardan ibaret değildir. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan geçmiş ümmetlerin kıssaları bize dünün, bugünün ve geleceğin bir bütünün parçaları olduğu şuurunu ilkâ eder. Şu halde tarihin reddi ya da bugünden ve gelecekten kopartılması mümkün değildir. Böyle bir çaba olsa olsa bir kimlik kargaşasına, arızalı ve travmatik bir bilince sebep olur.

Osmanlı’nın, özellikle 19. asırda yaşadığı siyasî, ekonomik ve askerî krizlerden çıkmak için ortaya koyduğu birbirinden farklı reçeteler vardı. Bu reçetelerin hiçbirinde geçmişi reddetme, mazi ile bağını koparıp kendine tamamen “yeni” bir gelecek inşa etme düşüncesi yoktur. Tam aksine hemen hemen bütün tezler geçmişi ve geleceği bir bütünlük ve süreklilik içinde ele alır.

Mesela ikisi de büyük birer entelektüel olan Cevdet Paşa ile İbnülemin Mahmut Kemal İnal, modernleşme döneminde yaşanan sıkıntılara çözümün, Osmanlı ve Selçuklu’nun muzaffer asırlarına geri dönmek olduğunu düşünürler. Bu yaklaşıma geçmişe geri gitme fantezisi olarak bakılmamalıdır. Tarihi kurucu sistem olarak görmekten, yani bir bakıma bizi biz yapan aslî değerlere yaslanma isteğinden kaynaklanır.

Belki bu noktada çerçeveyi tamamlayacak bir başka hususun da altını çizebiliriz: İbnülemin Mahmut Kemal, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecini tüm sancılarıyla bizzat yaşadığı için her iki âlem arasındaki irtibatın nasıl sağlanabileceğini biliyordu ve kaleme aldığı eserlerle de bizim için bir yol haritasını çıkarmıştı. Yani tarihe talebelik yapmak suretiyle güne ve geleceğe de hocalık yapmış oluyordu. Belki de o yüzden bu büyük âlimimiz “Eskiler için eskimek yoktur, onlar nereye giderlerse gitsinler geriye geleceklerdir.” der.

Fakat ne yazık ki bu iki büyük âlimin tespitleri, fikirleri ve çözüm önerileri yeterince ele alınmıyor. Üniversitelerimiz sıradan Batılı bir düşünceye, düşünüre verdiği kıymeti kendi tefekkürümüzden ve mütefekkirlerimizden esirgiyor.

Yukarıda sorduğumuz önemli bir soruyu biraz daha detaylandırarak yeniden soralım:

Kendi medeniyet perspektifimizden baktığımızda, devraldığımız kültürel mirası ve en önemlisi kimliğimizi göz önüne aldığımızda Osmanlı Devleti yani “Devlet-i Âliyye” gerçekten yıkılmış mıdır? Eğer yıkıldı ise bugün var olan devlet ve halk nereden geldi? Kök olmadan ne gövde ne dal olmayacağına göre, kökümüz nedir? Nereye bağlıyız?

Ve şu kaçınılmaz soru:

Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz gerçeğinden hareketle, kökümüz yani tarihimiz bizi hangi geleceğe bağlıyor ya da bağlayacak?

Bu soruların her biri ayrı bir yazı konusu olacak derinlikte cevaplar gerektiriyor. Ancak en azından Osmanlı’nın yıkılıp yıkılmadığı sorusu, bugün için cevap bulmamız gereken önemli bir soru olarak karşımızda duruyor.

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir