Osmanlı’nın duraklama ve çöküş döneminin en önemli sultanı II. Abdülhamid Han, kısa zamanda çökmesi beklenen imparatorluğu iç ve dış siyasetteki zekâsıyla 33 sene ayakta tutmayı başarmıştır. Sultan’ın, kendisinden önce ve sonra gelen padişahlardan farklı olan dış siyaset anlayışı günümüzde dahi başarısıyla dikkat çekmektedir. Devraldığı devletin içeride ve dışarıda maruz kaldığı baskılar II. Abdülhamid Han’ın hareket alanını daraltırken iç siyasetteki bazı yapıların ve kliklerin dış mihraklarla bağlantılı olarak Sultan üzerinde oluşturmaya çalıştıkları etkisizleştirme ve pasifleştirme politikaları düşünüldüğünde tüm bu olumsuzluklara rağmen onun ne denli başarılı olduğu görülecektir. Çin, Japonya, Kuzey ve Güney Afrika ile kurduğu ilişkiler bu anlamda çok önemlidir. Ancak en az bunlar kadar önemli olan bir diğer konu da Sultan II. Abdülhamid Han’ın Amerika Birleşik Devletleri ile kurduğu ilişki ağıdır.
Osmanlı ve Amerika Birleşik Devletleri ilişkisi nasıl başladı?
Osmanlı’nın ABD ile olan ilişkisinin Sultan Abdülaziz döneminde askerî alanda başladığını görürüz. Osmanlı Devleti, Sultan Abdülaziz devrinde başlayan bu ikili ilişkilerle ABD’den yoğun bir şekilde silah ve mühimmat satın alıyordu. Farklı kıtalardaki bu iki ülkenin silah ticareti, Osmanlı politikasında daha sonradan belirgin olarak ortaya çıkacak olan Alman nüfuzunun net olarak hissedildiği 1904 yılına kadar devam etti. Sultan Abdülaziz’in saray içi bir darbe ile önce tahttan indirilmesi ardından da bir suikastla şehit edilmesinin ardından Sultan V. Murad Han’ın 93 gün tahta kalmıştır. Bu kısa sürecin ardından tahta çıkan II. Abdülhamid döneminde Osmanlı-Amerika ilişkileri tıpkı Sultan Abdülaziz dönemindeki gibi devam etti.
Bu ilişkiler ağı için belirleyebileceğimiz ilk tarih 19’uncu yüzyılın ilk yarısı mı?
1827 yılında Çarlık Rusya’sı, İngiltere ve Fransa deniz kuvvetleri, kendi aralarında gizli bir anlaşma/ittifak yaptılar ve ortada herhangi bir savaş gerekçesi olmadığı halde Navarin’deki Osmanlı donanmasına saldırdılar. Ani bir baskın olarak planlanan bu saldırıda zaten zayıf olan Osmanlı donanması 52 savaş gemisini kaybetti. Gemilerin dışında 6.000 levendi şehit oldu. Bu hassas ve kritik olay başka olumsuzlukların da başlamasına neden oldu. Örneğin, Navarin baskınıyla ağır bir yara alan Osmanlı, bu baskının sonucunda güç bulan Yunanistan’ın bağımsızlığına giden yolun açılmış olduğunu gördü. Meselenin bir başka boyutu ise şuydu ki, bu kritik baskınla Osmanlı Devleti yöneticileri, Avrupalı devletlerden hiçbirisine güvenemeyeceklerini bir kere daha öğrendiler.
Osmanlı-ABD ilişkilerine giden süreç bu yaşanan gelişmeler üzerine mi oldu?
Öncelikle tarihte kapitülasyon ayrıcalığı verdiğimiz Fransa’nın, bulduğu her fırsatta Avrupalı devletlerle ittifak yaparak Osmanlı’ya saldırması kendisine olan güveni yıkıyordu. 1827’de yaşanan bu olaydan üç yıl sonra yani 1830 yılında yine Fransa yeni sömürge arayışları çerçevesinde Osmanlı’nın batı kanadını oluşturan Cezayir kıyılarına çıkarma yaptı. İşte üç yıl arayla ortaya çıkan bu gelişmeler Osmanlı’nın dış politikada yeni arayışlar içerisine girmesine neden oldu. Böylece bir nevi Batı dünyasına karşı henüz kurulalı yarım yüzyıl olmuş bir Amerika kozu düşüncesi Osmanlı devlet ricalinin gündeminde kendisine yer buldu. Bir başka nokta ise 1799’da ABD’nin Lizbon maslahatgüzarının İstanbul’a bir antlaşma yapmak üzere gönderilmesidir. Fakat o dönem bu görüşme nedense bir türlü gerçekleşemedi. Hemen ertesi yıl Kaptan William Bainbridge, Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’yla görüşüp ABD’nin, Osmanlı Devleti’yle bir antlaşma yapmak istediğini bildirdi. O dönem için bu teklif payitahtta sıcak karşılanmasına rağmen herhangi bir sonuç elde edilemedi. ABD, Osmanlı Devleti ile görüşüp bir anlaşma zemini arıyordu. Ancak bu konuda istediği sonucu elde edemeyince Cezayir ve Libya yani Trablusgarp yöneticileriyle görüşmelere başladılar. ABD’nin derdi gemilerini Akdeniz’de rahatça gezdirememesiydi. Savaşarak sonuç elde edemedikleri için bir anlaşma zemini arıyorlardı.
Buradaki ana sorun neydi?
Aslında temel problem ABD’nin, Akdeniz’i elinde tutan Osmanlı devletiyle resmi bir antlaşmasının olmamasıydı. Fakat bir başka gerçek de bizim eskisi kadar güçlü olmadığımızdı. Osmanlı devleti bu gerçekle yüzleştiği zaman Rusya, Fransa ve İngiltere’nin, elinde kalan topraklarını parçalayacağını anlamıştı. İşte o zaman Osmanlı devlet ricali, yeni ekonomik ve askerî bir güç olarak ABD’yi hatırladılar ve 1830’lardan itibaren Osmanlı limanlarına, Amerikan bayrağı taşıyan ticaret gemilerinin yanaşmasına izin verdiler.
ABD, ilişkilerin gelişmesiyle birlikte ticaretin dışında da Osmanlı limanlarına uğradı mı?
İki ülke arasında ilk olarak ticaret ile başlayan ilişkiler sonraki süreçte askerî alana kaydı. Örnek vermek gerekirse Başkan Andrew Jackson zamanında bir savaş gemisi, 150.000 altın karşılığında Osmanlı donanmasına kazandırılmıştı. İlginç olan bir başka detay da Amerika’nın iç savaşta kullanılmak üzere Osmanlı’dan deve ithal etmesidir. Hatta bu develere karşılık bize sandık sandık Amerikan tüfekleri verilmişti. Amerikan tüfekleriyle ilk tanışmamız da bu sayededir.
Osmanlı-ABD arasındaki ilişkinin ilerlemesinin sebepleri nelerdir?
Bizim açımızdan silah ithalatındaki kırılma noktası 1870’li yıllara denk gelir. Bu tarihe dikkat ettiğimiz zaman ABD’nin, Güney ve Kuzey olarak girdiği iç savaştan yeni çıktığını hatırlarız. İç savaş sırasında Kuzey’in silah fabrikaları üretim hacmi ve teknoloji bakımından dünyada ön sıralara yükselmişti. Seri üretime geçilmiş ve bunun sonucu olarak da silah fiyatları alabildiğine düşmüştü. Kabaca söyleyecek olursak Amerikan ordusunun elinde milyonlarca tüfek vardı ve uygun bir pazar arıyorlardı. İşte bu “uygun” pazarlardan birisi de Osmanlı Devleti idi. Mesela 1869 yılı sonlarına baktığımız zaman Osmanlı kışlalarına 240.000’e yakın Enfield marka tüfek girdiğini görürüz. Bu tarihten beş yıl sonra bu tüfeğin markası, sonradan Martini’ye dönüşmüş ve ordu içindeki sayısı da 500.000’i bulmuştu. 1870’li yıllar itibariyle Osmanlı’nın silah satın aldığı birinci ülkenin ABD’dir. Bu arada Mithad Paşa ve avanesinin ısrarlı bir şekilde girdiği ve Sultan Abdülhamid Han’ın bir türlü engel olamadığı 1877-78 Rus Savaşı çıktı. Bu savaş döneminde silah ithalatı doğal olarak arttı ve Amerikan silah şirketleri tam kapasite çalışarak milyonlarca kurşun, fişek ve tüfek yolladılar.
Peki, bu ilişkiler ağı içerisinde Sultan II. Abdülhamid nerede duruyor? Sultan, ne zaman Amerika seçeneğini masaya yatırıyor?
Osmanlı’nın savaşta olması nedeniyle başlayan bu silahlanma durumu II. Abdülhamid Han dönemine gelindiğinde de kesilmiyor elbette. Gün geçtikçe artan askerî ilişkiler sebebiyle Amerikalı üst düzey askerlerinin Osmanlı Devleti’ne savaş gemisi satabilmek için İstanbul’da kıyasıya bir rekabete girdiklerini görüyoruz. Bu konuda Oral Sander ve Kurthan Fişek’in ortaya koyduğu Amerikan belgelerinde II. Abdülhamid Han’ın iktidar yıllarında, çok sayıda yerli ve yabancı imalat savaş gemisi denize indirilmiş ve denizaltılar da dâhil, Osmanlı donanması elden geldiğince takviye edilmiş. Donanma üzerinde bu kadar hassas olunmasına rağmen yine de esas ağırlığın kara ordusuna verildiğini de belirtmemiz lâzım. Abdülhamid Han döneminde Osmanlı’da yaşanan değişimin ve devletin yeniden eski günlere dönüşün sinyallerini veren bir gelişme de yaşanmıştı. Osmanlı, Yunanistan’a savaş açmış ve Abdülhamid Han’ın üzerine titrediği ordu, şimşek hızıyla Dimetoka’ya kadar ilerledi. Bu gelişme üzerine Avrupa, büyük bir şaşkınlık içerisinde Osmanlı ordusunun neler yapabileceğini kestirmeye çalışıyordu.
Amerikalı elçi ile Sultan’ın görüşmesi hakkında vakıf olduğumuz detaylar var mı?
Bu görüşme karşılıklı iltifatlarla başladı. Ardından Sultan II. Abdülhamid Han, Amerikalı elçiyle sohbet ederken askerî birliklerin silahlandırılmaları ve sahil bataryalarının yapımından söz açtı. Sonrasında da topçuluk alanında Amerika’daki güncel gelişmelerle ilgili bilgi istedi. Bu anda ABD’li elçi şaşırdı ve Sultan II. Abdülhamid’in, Amerikan ordusunun henüz kullanmaya başladığı tüfeklere gözünü diktiğini fark etti. O an için Osmanlı’nın envanterinde donanım ve cephane ile birlikte 1 milyon adet mavzer silahı mevcuttu. Böylesi bir rakama ulaşan silah her açıdan büyük bir güç anlamına geliyordu ve elçi bu durumun farkındaydı. Amerika elçisi S. Eddy, Dışişleri Bakanı John Hay’e yazdığı bir mektupta Sultan II. Abdülhamid Han’ın bu bahsettiğimiz ilgisini şöyle anlatıyordu: “Padişah Abdülhamid, hava basıncıyla işleyen yeni toplar konusunda kendisine ayrıntılı bilgi sunmam için kişisel bir ricada bulunmuştur. Ayrıca topun makine aksamını gösteren çizimler, fiyatı hakkında bilgi ve Savaş Bakanlığı’nın vermeyi uygun göreceği diğer bütün ayrıntıları istemiştir. Çanakkale Boğazı’nın savunmasını desteklemek için bu toplardan almayı tasarlamaktadır.”
Davut Bayraklı