Orta Asya’da Oynanan Büyük Satranç

1917 yılı… Çarlık Rusya’sını yıkan ve yeni bir sistem kuran, bu sistem içerisinde de dine dair en küçük bir yaşam alanı ayırmayan Sosyalist rejim, dinle ve dindar insanlarla mücadele etmeyi kendisine bir şiar olarak seçmişti. Bu durumun bir ifadesi olarak bir yandan ülke sınırları içinde bulunan camiler işlevsiz hale getirilirdi diğer yandan da okullarda ateizm felsefesi ders olarak okutuldu. Yapılmak istenen şey, yeni kuşağın, rejimin istediği düşünce sistemiyle büyümesi ve bunun içinde ne gerekiyorsa yapılmasıydı. Sovyet Rusya’da en büyük düşman olarak kapitalizm gösterilse de rejim, kapitalizmden daha çok İslâm diniyle mücadele ediyordu.

1920 sonrasında yaşanan zorunlu büyük göç dalgaları nedeniyle insanlar topraklarından ve akrabalarından ayrılmaya zorlandı. Bu zorunlu göçler sonrasında insanların ibadet yerleri olan camiler yıkıldı, din tedrisatını temin ettikleri yerler olan ve camilerin yanı başında bulunan medreseler de kapatıldı. Sovyet Rusya’nın hedefinde sadece din eğitimini baltalamak yoktu. Bunun yanı sıra halkın dinini ve akaidini öğreneceği medrese tarzı geleneksel kurumlar da hedefteydi. Bolşevik ihtilalinden önce de manzara çok farklı değildi aslında. Zira Çarlık Rusya’sı döneminde de bu tarz uygulamalar yapılmıştı.

Fikrin İtibarını Zedeleme

Orta Asya’da Taşkent ve Kazan gibi önemli merkezler kuran Müslüman halk buralardaki medreselerden yetişen âlimler vesilesiyle inancına sahip çıkmaya çalışıyordu. Çarlık Rusya’sı da bu yüzden etki alanında bulunan her yerde Tatar mollaları kötüleyerek halkın dinden yüz çevirmesini sağlamaya çalışıyordu. Sosyalist sistem de buna benzer bir yol bulmuş ve kendi istediği insan tipini oluşturmak için din adamı yetiştirmeye başlamıştı. Sistemin yetiştirdiği bu din adamları rejimin isteklerini göz önüne alıp insanlara ona göre vaazlarda bulunmaya başlamışlardı. İçki içmenin günah olmadığını söylemeleri bu duruma örnek olarak verilebilir. Burada yapılan aslında bir düşüncenin, bir fikrin ya da geleneğin itibarını zedeleyerek insanları ondan koparmaktı.

Bugün için Orta Asya’da yapacağınız her hangi bir seyahatte göreceğiniz şehirler, komünist rejimin yaptığı yıkımların izlerini hâlâ taşır. Özellikle şehirlerde bulunan camiler üzerinden bunu anlamak mümkündür. Geçmişte her şehirde onlarca cami ve mescit bulunurken Sovyetler zamanında bunlar ya kapatılmış ya da yasaklanmıştı. Bu dönemde genel olarak sembolik anlamda her şehirde birer tane cami ve mescit açık bırakılıyordu. Bu uygulama da dış dünyaya karşı yapılıyordu. Böylece Sovyetler Birliği, uluslar arası arenadaki imajını düzeltmek ve Sovyetler’in dinî konularda ne kadar özgürlükçü olduğu görüntüsünü vermek istiyordu. Aynı uygulamanın farklı tezahürlerini Çin zulmü altındaki Doğu Türkistan’da da görebilirsiniz. Orada da camiler kapatılıyor ve belli bölgelerde bir tanesi açık bırakılıyordu ve bu açık bırakılan camiye giden müslümanlar da fişleniyordu.

Hoca Ahmet Yesevi

Kazak Türkleri için büyük öneme sahip olan Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri’nin Yesevî Külliyesi ve camisi yine Sosyalist Rusya döneminde kapatılmış ve müzeye dönüştürülmüştü. Hoca Ahmet Yesevî’nin türbesi Kazak Türkleri için öyle büyük bir öneme sahiptir ki bugün bile Kazakistan Devlet Başkanı olmak için seçilen kişi buraya gelir ve “ak çadır” altında “han töreni” gerçekleştirir. Yine Yesevî Hazretleri’nin türbesinin içinde bulunan “Büyük Aksaray” ve “Küçük Aksaray” odaları da bu konuda bize daha net bilgiler verir. Türkistan’da hüküm süren Kazak Hanları, türbenin halk nazarındaki önemini bildikleri için türbe içinde yer alan bu iki odayı yönetim yeri olarak kullanmışlardı. Böylece Yesevî Sultan’ın himmetiyle devlet işlerinde daha isabetli kararlar alacaklarına inanıyorlardı.

Sovyetlerin Satrancı

1917’deki Bolşevik ihtilalinin ardından Sovyet yönetimi, Kazakları “Din, afyondur.” felsefesiyle İslâm’dan uzaklaştırmaya çalıştı. Bu dönemde ateizm felsefesi ülkenin neredeyse resmî ideolojisi hâline geldi. Ancak bağımsızlık sonrasında bazı çalışmalar yapıldı ve 2009 yılında okullarda din dersi zorunlu hâle getirildi. Bölgenin tarihine bakıldığında dinen kendilerini İslâm ile özdeşleştiren Kazakların hâlen bazıları geleneksel anlamda yaşadıkları topraklara “Müslüman Türkistan” demektedirler.

Çarlık Rusya’yı yıkan 1917 Bolşevik ihtilalinin ardından kurulan Sosyalist Rusya, gerçekleştirdiği devrimle yeni bir sistem ve yeni bir rejim ortaya koydu. Bu işin içinde devrim liderleri olarak görülen Lenin, Stalin ve Troçki gibi isimler vardı. Eski coğrafyada yeni bir sistem kurulurken devrim öncesinde ortak hareket etme kaydıyla Orta Asya coğrafyası halklarına bir takım vaatler verilmişti. Bazı dönemlerde verilen vaatler, ortaya atılan düşünceler teorik olarak çok ideal gibi durabilir ama bu coğrafyada, devrim sonrası için her şeyin çok daha güzel olacağına yönelik büyük sözler söylenmiş ve koca vaatlerde bulunulmuş olsa da zaman teorik sözlerin pratikte hiçbir bir karşılığının olmadığını gösterdi.

İçi Boşaltılan Vaatler

Çarlık Rusya’sını yıkanların iddiasına göre artık insanlar ezilmeyecek, adaletsizlikler son bulacak, eşitlik ve kardeşlik Sosyalist Rusya’nın her yanında boy gösterecekti. İşçi ve emek kulağa hoş gelen güzel kelimelerdi. Toprak zenginliğine dayanan burjuvazi yerle bir edilmişti. Seçkin sınıf, elit zümre tarihe gömülmüştü, zaman artık yeni bir çağı işaret ediyordu. Çar ve ailesi kurşun yağmuru altında hayata veda etti. Ortodoks Kilisesi, elindeki tüm zenginliği ve hak sahibi olduğunu iddia ettiği her şeyi kaybetti. Bu yeni düzende dine yer yoktu. 50 binin üzerindeki kilise sayısı 1938 yılına kadar yüzlerle ifade edilen rakamlara kadar düştü. Bu arada hesapta olmayan İkinci Dünya Savaşı patlak verince insanları cepheye sevk edecek bir güç ihtiyacı doğdu. Stalin, 1938-1945 arasında sayısını yüzlere kadar düşürdüğü kiliseleri yeniden açarak 28 bine ulaştırdı. Ancak savaşın ardından bu kiliseler tekrar kapatıldı.

Peki, ya Camiler?

Kiliselerin uğradığı yıkımdan camiler de nasibini aldı ve Rus tahakkümü altındaki tüm coğrafyada camiler yıkıldı. Din üzerinde müthiş bir baskı oluşturuldu, Kur’ân-ı Kerîm yasaklandı. Türkiye’nin dört katı büyüklüğündeki Kazakistan’da cami sayısı neredeyse sıfıra düştü. Olanlar kapatıldı, yenilerinin açılmasına da kesinlikle izin verilmedi. Büyük nüfuslu şehirlerde açık bırakılan camilere girip çıkanlar da sivil polislerin takibine takılıyordu.

Sultan Galiyev, kendisinin ateist ama halkının Müslüman olduğunu bu yüzden de dine karşı daha saygılı olunması gerektiğini söylüyordu. Aydınlarıyla birlikte tezatlar içinde yüzüyordu koca bir coğrafya. Düşünenlerin tezatları halkın dinî değerlerini kurtarma telaşına yardımcı olacak bir parıltı, bir kıvılcım çıkarmıyordu. Rejim, gücünün içinde taşıdığı zafiyeti gizlemek için şiddete başvuruyor ve insanları öldürmekte bir beis görmüyordu. Çünkü bu sistemde asıl olan rejimdi, insan ise teferruat. O zaman, “asıl” için biraz “teferruat” feda etmekte bir sakınca görülmeyebilirdi. 1928 sonunda halkın elinden alınan buğdaylar, bir yıl içinde iki milyon insanın açlıktan ölmesine neden oldu. Bu korku ve açlık psikolojisi içinde sığınabilecek ne türbe kalmıştı ne de bir cami. Madden düşen insanın manen ayakta kalması için gerekli olan değerler de bu yüzden ayaklar altına alınmıştı zaten.

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir