Gözlerimi kapattım. Kalabalığı dinliyorum. Nasıl da benden habersizler. Bir koşturmaca bir kaos yaşıyorlar. Farkında değiller. Onlara acıyorum. Sonra kendime acıyorum. Tekim diye. İçlerine karışıp kalabalığın parçası olmak istiyorum. Farklı gelmiş olmalıyım ki “öteki” diyorlar bana. Çokluğun bir parçası olamıyorum. Kendime dönüyorum. Öyle bir sıkılıyorum ki yalnızlıktan, kemiklerimi kırıyor sanki birileri tek tek. Fiziksel acı çekiyorum. Görmüyorlar. Hatta bakmıyorlar bile. Öylece geçip gidiyorlar sanki yokmuşum gibi. Hiçbir ilaç, hiçbir yarabandı, hiçbir doktor iyileştiremez beni biliyorum. Yalnızlık tedavi edilebilir bir hastalık değil. Ömrümün kullandığım kısmı buna şahit. Kalan ömrümün de bu derece illetli bir yalnızlığa mahkum olması ihtimali geliyor aklıma, ürperiyorum. Bu ihtimali düşünmemeliyim.
Bunca gürültünün içinde sağır edici bir teklik yaşıyorum. Korkutucu bir his bu. Huzursuz ediyor. Böyle şeyler hissetmek hoşuma gitmiyor. Ama sen istiyorsun diye de değişmez ki duygular. Mesela ben mutsuzken hep o anı unutup daha mutlu olmayı diliyorum. Diliyorum, olmuyor. Bir açıyorum gözlerimi, aynı yerdeyim. Soysuz, arsız bir hüzün sarmalamış bedenimi. Kurtulamıyorum. Çabalamıyorum bile. Ağrının eşiği olduğu gibi hüznün de eşiği olduğuna inanıyorum. Sen şimdi “O ne demek?” diyeceksin. Anlatayım: İnsanın katlanabileceği ağrının da bir sınırı var. Tahammül edilemez bir şeydir. Daha fazlası yoktur. Çekebileceğin acının en son derecesidir. Ben demiyorum doktorlar diyor. Fark ettim ki aynı şey hüzün için de geçerlidir. Bakma öyle boş boş. Uydurmuyorum. Yaşayınca göreceksin. Bir yerden sonra daha fazla üzülemeyeceğini anlayacaksın. Dedim ya ömrümün kullandığım kısmından biliyorum.
Kalabalıktan bunalıyorum. “Biraz daha kalsam içinizde kusacağım ey insanlar!” diye sesleniyorum içimden. Duymuyorsunuz. Kendi çapımda aşağılarcasına bir tebessüm fırlatıyorum hepinize, dudak büküyorum, görmüyorsunuz. Aranızdan sıyrılıp güç bela evime geliyorum. Yatağım kurtarıcım gibi. İçim rahatlıyor uzanınca. Başımı yastığa koyup yorgana gömülünce bir dostu kucaklamış sayarım kendimi. Kurtulmuş gibi hissederim. Ve derim ki; bu gün de bitti. Ne kaldı geriye ömürden? Cevap veremez yastık ve yorgan… Sessiz olduğundan iyi bir dost gibi gelir ya zaten. Hani bir konuşsa tüm sırlarımı dökecek kadar iyi tanır beni. Hoş, konuşan birine kendimi anlatmam ki. İnsan dostundan sıkılır mı? Yatağıma bile sığamıyorum. En sevdiğim varlık yastığım, rahatsız ediyor beni. Beynim ağrıyor. Yumuşaklığı acımı dindirmiyor. Aksine batıyor. Anlamsızca dönüp duruyorum. Yorgana sarılıyorum, teselli etmiyor. Kafamdaki sesleri susturamıyorum. Karanlık çöksün, gün bitsin istiyorum. Bitmiyor.
Beklemek böyle durumlarda zor. Hele ki neyi beklediğini bilmiyorsan. Gece olsa ne değişecek? Biri mi gelecek? Kendine sorular sormaktan vaz mı geçeceksin? Acın dinecek mi? Hüznün azalacak mı? Öfkeleniyorum tekrar kendime.
“Cevabını bilmediğin sorular sormasana!” diyorum. Kendinle çok fazla zaman geçirirsen susmak zor. Kafandakileri susturmak zor. Mesela kaçmak isterim ben bazen. Kaçsam ne olacak? Kendinden kurtulamaz ki insan. Bunu düşünmek de rahatsız ediyor.
Etrafında kimse kalmadığında, kendini düşmanın olarak görmeye başlarsın. Bu kötüdür. Yani gerçekten kötüdür. Öldürücü derecede sıkıcı gelmeye başlarsın kendine. Sonra çirkin görürsün, aynaya bakmak istemezsin. Baksan da kendinle hesaplaşmaya başlarsın. Bu ağır gelebilir. Tahrik edicidir beceriksiz olduğunu kabullenmek, kindarlığın artar. Çokluğa tahammül edemez hâle gelirsin. Yıpranırsın. Her babayiğidin harcı değildir kendine katlanmak. Kusurların varsa kendini sevmezsin yalnızken –ki insanoğlu çok kusurlu bir varlıktır. Ve eğer iyi bir insan olduğundan eminsen, yalnız olmak daha da zoruna gider.
Kalabalığa karışabilsem ne değişir diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Ve bu şekilde yaşamaya karar veriyorum. Fark ediyorum ki zevk duyuyorum böyle olmaktan. Bunun bir yaşam biçimi olduğuna karar veriyorum. Elden bir şey gelmez deyip, sorular sormaya devam ediyorum.
Deniz Ares