“Ölülerin dirilişi sağlamasına imkân yoktur.
Diriliş, dirilmişlerin işidir.”
Bazı insanlar vardır; duruşuyla, yaşantısıyla, konuşmasıyla hayatın nasıl yaşanacağının işaret taşı gibi dururlar önümüzde. Onların ardından yürümek, gölgenin aldatıcı varlık iddiasını güneşin hakikatiyle yok etmemizi sağlar. Atılan her adımda idrak ve şuur uyanıklığı yolumuzu aydınlatır. Hakikat, böyle insanların omuzlarında, güneşin dağların ardından yükselişi gibi yükselir ve insanlığa dirilişi muştular.
Üstat Sezai Karakoç 16 Kasım 2021 tarihinde fani âlemden ebedi âleme yürüdüğünde, ardında hakikatin pas tutmaz, çürümez örnekliğini hatıra bıraktı bizlere. Onu ilk kez lise yıllarımda eserlerinden tanımıştım. Daha sonra 2009 yılında İstanbul’da üniversite talebesiyken yüz yüze tanıma fırsatı bulmuş ve bir şiirin insanda uyandırdığı, sözcüklerle tarif edilmez hissini ete kemiğe bürünmüş bir halde bulmanın heyecanını yaşamıştım.
Onda ilk fark ettiğim şey inanmış olmanın vakarıydı diyebilirim. Sadece “İman ettim” demekle olmayacağı hakikatini her zerresiyle idrak etmiş ve bu uğurda iman etmiş olmak neyi gerektiriyorsa o mükellefiyeti hayatının her alanında yaşamayı bir mümin idrakiyle uygulayan bir insandı. İnancında asla bir gösteriş edası olmamıştır. Cağaloğlu’ndaki Diriliş Yayınları bürosunda bir tül perdenin arkasında kıldığı namazlarda, bir tülün ağırlığı neyse, Allah yolunda kendine biçtiği paha ancak o kadar olabilir tavrındaydı hep. Fakat hakikati idrak noktasında da kendisiyle hakikat arasındaki perde ancak bir tül kadar kalın gibiydi: Muhlis bir mümindi.
Bilmenin ıstırap veren, aynı zamanda mükellefiyet doğuran sancısından hiçbir zaman kaçmamıştır. Hira mağarasında Hz. Peygamber’e (a.s.) inen saf hakikati bir ömür öğrenme çabasına girişmiş ve bunu öğretmeyi de kendine ödev bilmiş, inanmış olmanın hiç olmazsa bir örümcek ağı kadar insanları Allah’a bağlayan bir sorumluluğu da beraberinde getirdiğinin farkındaydı. Dergi, kitap, siyasi parti, konferans… hayatında yaptığı ne varsa hepsi bu uğurda atılmış adımlardı.
İslâm âlemini, Süleymaniye’yi meydana getiren taşlar gibi birbirine bağlı gören, insanlığa indirilmiş hakikatin o birlik duvarı arasından su gibi yumuşak Kur’an-ı Kerim sesleriyle insanlığa yayılacağını yine su gibi berrak anlatma çilesinin işçisiydi. Evet o binanın taşları bir asırdan fazla bir süredir birbirinden kopmuş, ayrışmış, hakikatlerinden habersiz hale gelmiş olsa da o, ortada duran İslâm ruhunun diriliğini bir Diriliş öncüsü olarak anlatmaya çalışan, o taşları bir taş olmaktan daha fazlası olma şuuruna çağıran bir münâdiydi.
Kaderin köşe başlarında, tren kaçırdığı istasyonlarda, Mekke’de, Medine’de Kudüs’te, kanadı kırık kuşun merhamet beklentisinde, gölgelerin aydınlattığı gecede, Sevgiliyi beklediği tüm deniz kıyılarında ve şimdi baharların yükseldiği bir mezarda, gurbetteki insana sıla türküsünü hatırlatan o…
Rahmet olsun saçlarını acının elinde unutan Güneyli çocuğa…
Ömer Ertürk