
El, al, il, ol, öl. Farklı okunuşlarından her biri l sesine bağ-lı ve anlamlı seslere karşılık geliyor. Edilgen “l” sesi, “ile” bağlacında olduğu gibi ilgi kurmaya, iliklemeye ve iletmeye yarıyor. Dönüşümün timsali olan dil bu kökten geliyor; bil, çil, gil, yil gibi kelimelerde başa gelen izafeler ne olursa olsun kendi içlerinde bağlantıları bulunuyor. L sesiyle kurulan bağlar, bağın mantığı dâhilinde dönüşmeye müsait ve edilgen haldeler. “Kaynaştırma harfleri” diye bahsedilen harfler arasında yer almasa da, ifadede kastolunan meramı en iyi l sesi karşılıyor. Dolayı kelimesinde olduğu gibi bir anlamdan doğup başka bir anlama dönüşüyor. Sebebin doğurduğu sonucu anlatırken “doğayı” demektense “dolayı” diyoruz ve böylelikle oraya yeni bir anlam doluyor. Sesler kelimenin içine saplanmış birer kıymık gibi, sırf sıkıştırıp tutmak için bulunmuyor. “Türkçe’nin ses kapılarından” olan l sesinin dönüşlülük vasfı etraflıca incelenmeye değer gözüküyor.
Hüseyin Rahmi Göktaş’ın kökses teorisine göre kelime kökleri başta veya sonda değil ortada yer almaktadır. Kelimenin başında (b-aş+ında) “değinge” denilen, ekten farklılık gösteren izafeler anlama istikamet vermekte. Ardından kelime kökü ve onun peşinden kökü tavsif eden ekler geliyor. Kök, ismiyle müsemma şekilde tek bir sesin okunmasıyla ortaya çıkıyor. Bu sayede, birçok sesin bir arada bulunduğu kelimelere kök demek garabetinden kurtuluyoruz.
Göktaş’a göre “ol kelimesi –oğ– köksesinden doğmuş bir kelimedir”. Yazarın Bensenoğ kitabında özetle söylediğine göre “ğ, o zamirinin aslıdır ve oğ aslı itibariyle ğ’nin dört okunuşundan biridir”. Oğ ile ol arasındaki geçişkenliği eski metinlerde o yerine ol’un kullanılmasında, “ol kişi” ve “ol zaman” gibi tamlamalarda da görebiliyoruz. Bu şekilde ikinin üçten, ol’un bol’dan geldiğini söyleyenlere karşın daha mantıklı bir açıklamaya kavuşuyoruz.
Olmak fiili oğ zamiriyle benzerlik gösteriyor. Yalın haldeyken olanlar, kişinin kendisi dışında gerçekleşen oluşları ifade ediyor. Olanın mahiyeti hakkında, üçüncü kişiye yakınlığımıza göre izafeten fikir edinebiliyoruz. Olmak bizden uzakta yani “orada” gerçekleştiği için olmakla anlattıklarımız da ancak yorum olarak anlam kazanabiliyor. Bu yüzden olmanın yeri zihin, soyutla güçlü ilişkileri var ve ne olduğunu anlamak için birçok soruyu peşinde sürüklüyor. “Olan biten”, bizzat orada bulunup müşahede edilemeyen, “olur olmaz” veya “oldu olacak” ne varsa olmak yardımcı fiiliyle söylenebiliyor. Türkçe’de bütün nesneler “oğ” hâlinde bulunduğu için, ğ sesi bir nevi Türkçe’nin de kökü oluyor.
L’nin ol’maktan farklı bir okunuşu da el kelimesi. İrtibat kuran elin bilumum temasla münasebetleri bulunuyor. El elliyor ve başkasının elindekini alıyor; almak değerek gerçekleşiyor. El tutmak, intisap etmek, bağlanmak anlamına geliyor; el almak, devamı olmak, yerine geçmek; el açmak ise dilenmek. Duada alma uzvu eller açılıp yalvarışta bulunuluyor. Yalvarmak, dil dökmek, kelimeleri yalayıp parlatmak ve böylece aldığından daha fazlasını almak için. Beddua etmeye ise aynı kökten gelen ilenmek deniyor, ilmekle ve nasibin bağlanmasını dilemekle ilgili.
El, uzanarak insanın dışarıyla irtibatına yaradığı için yabancı yerine de kullanılıyor. Uzayan ellerimizle işaretlerde bulunuyoruz, ileriyi gösteriyoruz, ilgi kuruyoruz, çevremiz ve bütün ilişkilerimize yurt olan ilimiz oluşuyor. Aynı il ve el kelimeleri birbirinin yerine de kullanılıyor. Türkülerde “beni gurbet ele salan gelsin” deniyor. Elin lehçeye göre farklılık göstermekle beraber devlet, ülke, diyar ve şehir anlamları var. İlçi veya elçi, ilden ile haber götüren kişi. İl, elde ettiğimiz, elde tuttuğumuz, yani sahip olduğumuz yer. İl’mek deyince değmek anlamı kesinlik kazanıyor. “Ayağına taş değmesin” yerine “eteğine çalı ilmesin” denebiliyor. İğmekten yine irtibat kurmaya yarayan, delip diken iğne kelimesi meydana geliyor ve iğne, düğme, dikme kelimelerindeki kökses; ilik, ilmek ve delmek kelimelerindeki köksese dönüşüyor.
El ve il civarındaki bu geçişkenliğin sebebi, Türkçe’de temasa yarayan ifadelerin ğ köksesinden gelmesiyle ilgili. Eğ-il-ip kalkan el, eğerek, bükerek, değerek ve çekerek irtibat kuruyor. Elden iş geliyor, eli yatkın oluyor. Eli diğerlerinden ayıran yatkınlık meselesi sayesinde eğimli demek, hünerli ve elinden iş gelen kişi demek oluyor. Bilek ve parmaklar ele eğim kabiliyeti veriyor; kıvrak olan elden nesneleri eğip bükmek, oymak, yontmak ve böylelikle üretmek dahil birçok iş geliyor. Ğ sesinin kararlı kök olma yolculuğu ğ > g > k şeklinde. El, manasındaki iletkenlik sebebiyle dönüşerek l sesinde karar kılıyor.
Yeni Türkçe’ye has olan il-gi ve bilgi kelimeleri, dili konuşan halk nezdinde hüsnükabulle karşılandı. Öğüt kelimesinin kökü öğ’den yapılan öğe gibi birçok uyduruk kelimenin aksine ademe mahkum edilmekten kurtuldu. Buradaki marifet, ilgi ve bilgi kelimesinin köküne sadık kalarak içtihat edilmesiyle açıklanabilir. Bilmek, bitiştirmek anlamındaki ilmek kelimesinden geldiği için bilmenin doğrudan ilgiyle irtibatlandırılmasını yadırgamıyoruz. Bilmek için aklımızla (ög) kesbettiklerimiz yani öğrendiklerimiz arasında ilgi kurmamız, ham olanları işlememiz icap ediyor. Eğer ham olan bilgiler birbirine değerse, yorumlanıp hazmedildikten sonra anlamlı bir bütün ortaya çıkarsa bilmek o zaman oluyor. Buradaki değmeyi Göktaş’ın tarif ettiği üzere, yaptığımız işe değen ve karşılık gelen “değer” olarak anlayalım. Öğrendiklerimizden tutarlı bir sonuç çıkmaz da okuyup öğrendiğimize değmezse bildiğimizi iddia edemiyoruz. Efradını cami şekilde bağlantılarıyla birlikte bilirsek o bir değer ifade edip bilgi oluyor ve ancak bu şekilde hatırlanan hatıra olmaktan ya da yığına benzemekten kurtuluyor. Bugünden anlamak biraz daha zorsa da gelenekteki bilmek, malumatla, ezberle ve haberle birbirine karışmıyor; bildiğinin ehli olmayı, irfanı ifade ediyor. Karahanlı Türkçe’siyle yazılan Kutadgu Bilig’teki “bilig”, akıl ve hikmet anlamlarına geliyor. Bilig’in kuşak anlamında kullanıldığı Yunus Emre Türkçesi’nde, bilginin irtibatla ilişkisi gün gibi ortaya çıkıyor. Bir mısrada “İy yunus sen âşıkısan iman biligin berk kuşan“, başka bir mısrada “ilim ilim ilmektir” deniyor. Bilmek, dolaysız olarak söyleneceği zamanlarda “bili” ve “biliş” kelimeleri tercih ediliyor.
Öğrendiklerimizi eğerek, iletip birbirine değdirerek, bilmeyi meydana getiriyoruz. Bilmeyi anlamak için kendisinden dönüştüğü ğ köksesini, öğ’ü ve öğüdü de anlamak gerekir. “Yakınlaştırıp anlamak” manasındaki öğ’ün oğmakla irtibatı var. Erkek ve kız çocuğunun genel ismi olan oğul, ebeveyninin birbirine dogunmasıyla doğuyor. “Barlığı” ilk olarak barmaklarının arasında ve de dilinin ucunda, dogunup değerek keşfediyor. Ogşanarak sakinleşiyor ve yalayarak karnını doyuruyor. Bilmenin ilk mertebesi olan tecrübe bu tür temaslarla gerçekleşiyor. Çocuk gördüğü her yere elini ve dilini uzatıyor; soğuk – sıcağı, serti – yumuşağı, acıyı – tatlıyı ve daha sonra üstüne soyutu ekleyeceği bütün somut bilgileri değerek öğreniyor. Değmenin öğrenmek ve bilmekle münasebeti çocuklukla da sınırlı kalmıyor. Soyut zekâ ne kadar gelişse de bir şeyi hakkıyla bilip öğrenmek için ona seyirci kalmamak, değip dokunmak veya en azından değecek kadar yakınlık kazanmak gerekiyor. Bu itibarla ğ köksesi irtibatı ve şeyler arasında ilgi kurmayı yani l sesinde karar kılan il kökünü hazırlıyor.
El gibi al-mak kelimesi de yine ğ’den dönüşmüş olmalıdır. Bunun ilk sebebi aldığımızı elimizle almamız, almanın elimizin ameli olmasından dolayı. Bir şeye sahip olduğumuzun kesinleşmesi için onu ele geçirmemiz gerekiyor. Arapça’da olduğu gibi yedinde bulundurmak, aidiyet bildiriyor. Al’ın ğ ile iştikâkî münasebeti ağ kelimesinde beliriyor. Örümcekten bildiğimiz ağ, öncelikle çıkmak ve uzanmak anlamlarına geliyor. Ağmak deyince yukarı çıkmaktan, ağaç gibi uzamaktan bahsediyoruz. Ağacın ellerine benzeyen ve ağaç gibi o da yukarı uzanan dallar, ağ kökünden dönüşüyor. Ağ’ın başına yine dal kelimesinde bulunduğu gibi hareket sesini kondurup “ta(ğ)” deyince, ta uzağı gösteriyoruz ve kökses dağ’da karar kılıyor. T yerine y getirince zıddına dönüp yukarıdan aşağıya doğru yağmur yağıyor. Sağmak derken almanın ağmakla irtibatı daha bariz. Sağmak memeleri çekip süt almakla gerçekleşiyor; ağmak da elini uzatıp aldığını kendine çekmekle. Nekre bir nesneyi almayı, hâliyle, başkasına ait olana uzanmak olarak düşünüyoruz. Misalli Büyük Türkçe Sözlük’te altmış tane anlamı bulunan almanın ilk manası “tutup yerinden ayırmak…”.
Ağmak kökünden gelen, önce birbiriyle alakasız gözüken başka kelimeler de var. Çıkmak anlamındaki ağmak, ağarmaya yani aydınlanıp beyazlaşmaya sebep oluyor. Yukarı çıkmak semavi yönlü bir hareket olduğu için ağmak, aydınlığı da beraberinde getiriyor. Yani gün ağardığı zaman önce yükselen, yukarı çıkıp uzayan bir güneş ve sonra onun aydınlığı oluyor. Beyaz en aydınlık renk olduğu için ağmaktan gelen ak, beyaza da isim veriyor. Akmak ise, parlak suyun akarak uzaması ve seyyaliyet anlamına geliyor.
Ak ve al, fecrin peşpeşe gelen iki rengi. Akın ala dönüşmesinin vakti, tan yerinin ağarmaya başlamasından güneşin doğmasına kadar geçen süreden ibaret. Ufuktaki beyazlığın yerini giderek kızıla çalan renk alıyor ve böylelikle parlak olan ak, parlak olan ala dönüşüyor. Allık olarak da kullanılan alın parlak olma vasfı, akla irtibatını göstermek için kayda değer. Al, yansıdıklarını kendi rengine dönüştürüyor. Kana renk veren, alyuvarlardan bildiğimiz al rengi yanakları al al yaptığında, oğul, olgunluğun ilk merhalesi olan temyize ulaşıyor. Al rengi henüz olmamış ham meyveyi de alımlı gösteriyor ve rengine aldanıp koparan zayi ediyor. Bu yüzden alın fiil olanla beraber en az üç anlamı daha var: Hile, renk ve cazibe. Almak hileli çünkü vermenin aksine hazıra konmakla, rehavete sürüklenmekle ilgili. Al, alımlı rengi ve görüntüsüyle aldatabiliyor, kendisine uzanılmaması gereken için iştah kabartıp “alık” yapıyor. Hıristiyan hurafeleriyle iç içe geçen almayla (almıla veya alımla), elmanın rengi ve şekliyle en alımlı meyve olması arasındaki irtibat, bütün karmaşıklığına rağmen hissedilebiliyor. Alın, ala ve alacadan bildiğimiz “mülevven” anlamıysa göz boyuyor. “Al giymedim ki alınayım” deniyor; aldamayanın, bir kabahati bulunmayanın alınganlık yapmaması gerekiyor. Aldamak aldatmak anlamına geliyor.
L sesinin varacağı son yer ölmek kelimesi. L’nin aldığı muhtelif tavırlar ve ğ sesi ile kurduğu irtibatların tümü, farklı katmanlarda öl’e de sirayet etmiş olabilir. Türkçe’de ölmek, evvela uçmak ve yükselmekle birlikte mütalaa ediliyor. Bu yüzden ağaca, dağa ve yağmura kök olan ğ sesi özellikle üstünde durmaya değer gözüküyor. Gökle aynı kökten olan öğmek bir kimseyi yüceltmek anlamına geliyor, olumsuz olan öğürmekse insanın içinin dışına çıkmasına deniyor. Öllük kelimesinden bildiğimiz öl’ün nem ve ıslaklıkla, başına hareket izafesi d’yi getirince de dölle ve yani hayatla irtibatı bulunuyor. Döl kelimesinin dökmekteki sertleşmiş ğ sesiyle aynı yerden geldiğinden neredeyse emin olabiliriz. Ayrıca, ölümün kademeli olarak gerçekleşmesiyle bölüm, boğum ve belki öğün arasında da münasebet bulunabilir. “…Çünkü ölüm sancıları çeken birinin her tüyünde ve telinde ölüm vardır” buyruluyor.
Yine de müstakilen düşünmek gereken öl kökünü basit bir tahlile tabi tutmak, hazır olana uyarlamak vandallığa varabilir. Onu köküne saygılı bir şekilde bölmeli olarak düşünmeliyiz. Sokrates bütün bir felsefe müktesebatını iki kelimeyle, “ölüme hazırlık” olarak özetliyor. Biz de hangi hal üzere olursak olalım ölümü indirgeyemeyiz, çerçeve çizemeyiz, irca edemeyiz çünkü bütün dönüşler ona.
Mehmet Emir