Odamdaki bir kütüphaneyi sadece okunacak kitaplara ayırdım. Yıllardır bu kütüphanedeki kitaplar sürekli artar. Tamam arada azaldığı da olur ama artış hızı azalma hızının çok çok üzerinde. Hevesle alıp okumak için can attığım kitaplar var burada ama yeni çıkan ve çok ilgimi çeken başka kitaplar sebebiyle kendilerine sıra gelmedi henüz. Her akşam iş dönüşü eve döndüğümde odama girip okunacak kitaplara bakarım. Sonra, neden hâlâ istifa edip gün boyu kitap okumuyorum diye ahlanırım. Ahlanmam geçince elime bir kitap alır ve okumaya koyulurum. Bu işlem biteviye yıllardır devam eder. Bir gün bu ahların başıma iş açacağından korkmuyor değilim.
Yıllar önce üniversitede okurken Milli Eğitim Bakanlığı kitabevinden Nihat Sami Banarlı’nın iki ciltlik Resimli Türk Edebiyâtı Tarihi’nin almıştım. İlk aldığımda şöyle bir karıştırmış, önsözünü ve Necip Fazıl Kısakürek maddesini okumuştum. Kitabın resimli olması ayrı bir cazibe katıyordu kendisine. Şair ve yazarların resimlerine bakmak bile güzeldi. Derken okul bitti ve kitaplarımı alıp annemin yanına geri döndüm. Resimli Türk Edebiyâtı Tarihi’ni de okunacak kitapların arasına koyuverdim. Yıllar yılları kovalarken Resimli Türk Edebiyâtı Tarihi’ni çok seyrek elime aldığımı hatırlıyorum. Çünkü sürekli yeni kitaplar çıkıyor ya da ben okumam gereken eski bir kitabı yeni fark ediyordum. Kitabı unuttuğum günler de oluyordu tabiî! Geçen gün nasıl olduysa kitaplarıma bakarken Nihat Sami Banarlı’nın bana gülümsediğini gördüm. Sanki, yeter artık oğlum artık beni okuman gerekiyor, diyordu.
Her kitabın bir kaderi olduğuna inanırım. Vakti geldiğinde kitap kendini bir şekilde okutur. Bu benim gibi 15 sonra bile olabilir. Kitabı elime aldım. Önce eski kitap kokusunu içime çektim. Bu hazzı sadece kitap kurtları bilir söyleyeyim. Sonra kitabın önsözünü açtım. Yazar kitabı yazma sebebini şöyle açıklıyordu: “Bu kitap, Türk Edebiyatı Tarihi’nin, Türk aydınlarınca bilinmesi gereken macerasını; bütün çağları, vatanları, büyük isimleri ve eserleriyle; bir bütün halinde hikâye etmek ihtiyacıyla yazıldı.” Devamında kitabın mevzularını ise şöyle anlatır: “Türk Edebiyatı’nın sanat ve kültür devirlerini; sanat ve kültür geleneklerini vücuda getiren tarihi, ictimâi, fikri, bedii ve coğrafi hadiselerle, bu hadiselerin doğurduğu sanat ve edebiyat hareketleri, kitabımızın, mümkün olan her kaynağa başvurarak, bir arada incelediği mevzulardır.” Okudukça kendime kızmaya başladım, neden bu kadar geciktim diye ama dedim ya her kitabın bir kaderi var. Çaresiz boyun büktüm ve okumaya devam ettim. Üstad, geniş bir coğrafya üzerinde Türk Edebiyatı’nı anlatmanın zorluklarından ve bu zorlukları aşmak için kullandığı metotlardan bahsediyordu. Metotları anlattıktan sonra ise bir vefa bölümü geliyordu. Nihat Sami Banarlı derin bir iftiharla Edebiyât Tarihi zevki ve kültürü tevarüs ettiği, aziz hocası Fuad Köprülü’den feyz aldığını ifade ediyordu. Devamında ise kitabın ihtiva ettiği birçok bahisleri, 20 yıl süren bir zaman içinde, edebiyatımızın birçok devrelerini derin vukufla bilen Yahya Kemal ile müzakere ettiğini söylüyordu. Önsöz bitince kendimi Şifahi Edebiyat – Destan Devri bölümünde buldum ve kitabı usulca kapatıp yerine geri koydum. Şöyle bir etrafıma baktım ve odamda okunacak çok kitap vardı ve ömür ise kısıtlıydı. Bir anda aklıma Abdülazîz ed-Debbâğ hazretleri geldi. Çünkü kendisi ümmi bir zat idi ama buna rağmen bütün âlemlere, dillere, geçmişe, içinde yaşanılan zamana ve geleceğe ait bilmediği bir mesele yoktu ve bu bilgilere ulaşmak için bir kitap bile okumamıştı. Allah tarafından kendisine ihsan edilen ilmi ledün ile bunları biliyordu. Zaten kendisi duyularla yani okumak vb. yolla elde edilen ilmin, ilmi ledün yanında bir hayal olduğunu söylüyor ve bâtın ilmini güneşe zâhir ilmini ise fenere benzetiyordu. Acaba dedim kendi kendime yanlış yolda mıyım! Sonra durdum nasıl ki her kitabın bir kaderi varsa benim de bir kaderim vardı ve bu kader şimdilik kitaplar üzerinden akıyordu.
Sulhi Ceylan
3 Yorum