
İnsan neden yazar? Sadece sanat ya da beğenilme arzusuyla açıklanamayacak bu durumun izahı zordur. Bu soruyu kendime sorduğumda hiçbir zaman elle tutulur bir cevabım olmadı. Yazarlık, insanın kendisini bir nevi ifade etme aracıdır aslında.
Yazar, neden yazdığı sorununu çözdüğü zaman, bu soruya cevap bulmadan önceki gibi yazabilir mi, o da ayrı bir merak konusu. Biz neden okuyorsak, yazar da buna yakın bir nedenden dolayı yazıyor galiba diyerek bu konuyu noktalayayım en iyisi. Çünkü meseleyi vuzuha kavuşturacak elle tutulur bir cevabım yok. Zaten bu yazıların ana konusu da yazarın neden yazdığı değil nasıl yazdığıdır. O yüzden yazarın çalışma odasına giriyor, çalışma masasına bakıyoruz, yazdıklarıyla ilgili daha sağlam bir ipucu elde edebilmek için günlük hayatındaki rutinlerini inceliyoruz. Belki buradan yola çıkarak hem yazarı hem de eseri daha iyi anlar, metnin alt katmanlarına yolculuk edebiliriz.
Neden yazıyorlar sorusunu geçtiğimize göre nasıl yazıyorlar sorusuna yoğunlaşabiliriz artık. Faulkner, yazmak için sırça saraylar, köşkler isteyen birisi değil. Gereksinim duyduğu şeyler bir yazar için elzem olan sıradan malzemeler. Onun yazması için ihtiyaç duyduğu şeyler kâğıt, tütün ve biraz da yiyecek. Müzik olmadan yazamayan birisi olarak bu listeye sanat musikisi eklemeyi arzu ederdim doğrusu. Neticede yazı masasında çok da yer kaplamayan bir pikap ve bazı özel plaklar benim yazı işimi bir hayli kolaylaştırıyor. Ancak Faulkner için bu durum geçerli değil anlaşılan.
Başarı Kadınsıdır
Yazı masasını sadelikten yana kullanan Faulkner, gerçek bir romancının yetenek, disiplin ve çalışmayla başarılı olabileceğine inanır. Bu tespitin ardından da yazarın ekonomik özgürlüğe ihtiyacı olmadığını savunur. Para karşılığı yazılmış iyi bir eser görmediğini ifade eden yazar, yazma işinde mekanik bir yönün ve kestirme bir yolun olmadığına savunur. Yazı ile ilgili macerasını böyle anlatan Faulkner, çalışma masasını da bu başarıyı getirecek sadelikte tasarlar. Başarıyı kadınsı bir olgu olarak gören yazar, eğer onun önünde eğilirseniz sizin üzerinizden geçeceğini, o yüzden elinizin tersiyle onu itmeniz gerektiğini söyler. Gerçi bizler şöhretli yazarlar olmadığımız için sade bir yazı masası tavsiyesini hemen alabiliriz, işin şöhret kısmını ise belki ilerde lâzım olur diye bir kenara not edebiliriz şimdilik.
Faulkner, genelde yazılarını sabahları yazan ama değişik zamanlarda farklı programlara uyan bir yazardı. Öğleden sonralarını yazılarına ayırdığı günlerde, işine gitmeden hemen önce annesine uğrayarak bir fincan kahve içmeyi ihmal etmezdi. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra kalan zamanını yazmaya ayıran yazar, kütüphanede yalnız çalışmayı çok severdi. Bu sebeple kütüphanede çalışırken başkasının içeri girmemesi için kilidi olmayan kütüphane kapısının kulpunu çıkararak yanına alırdı. Yazı sonrasında ata binen ya da uzun yürüyüşlere çıkan Faulkner, böylece zihnini boşaltabiliyordu. 1920’lerin sonundan 1940’ların başına kadar en verimli yıllarını geçirmiş yazar bu dönemde günde üç bin kelime yazıyordu. Bazı günlerde bu rakamı ikiye katladığı da oluyordu tabiî. Annesine yazdığı bir mektupta sabah ondan başlayarak gece yarısına kadar çalıştığını ve on bin kelime yazdığını söylemişti. Bu onun kişisel rekoruydu. “Ruhum beni harekete geçirdiğinde yazıyorum.” diyen Faulkner, o ruhun kendisini her gün harekete geçirdiğini söylüyor.
Buradan anladığımız şey şu aslında, ata binme ve uzun yürüyüşlere çıkma dışında pek fazla rutini olmayan yazar, yazı masasına oturarak yazması gereken kelime sayısını bulana dek gün içinde çalışıyordu.
Faulkner’in bana en ilginç gelen tarafı ise bambaşka bir konudur. Yazı ve iş arasında direk bir bağ kurmayan yazar, iyi bir romancı olmak için ekonomik özgürlüğü şart görmüyor. Hatta başarısız olan bazı yazarların ekonomik zorlukların arkasına sığındığından da bahsediyor. O nedenle belli bir işinizin olup olmaması onun açısından önemli değildir. Ancak üç yıl boyunca bir postanede müdürlük yapan Faulkner’in sık sık postaneye gelen mektupları çöp kutusuna atarken yakalanması nedeniyle işinden kovulması da garip bir durum olsa gerek. Romanlarına olağanüstü özen gösteren duyarlı bir yazarın geçimini sağladığı bir işte böylesi sorumsuzluk örneği sergilemesi de anlaşılır bir şey değil. Ah Faulkner, neden başkalarının mektuplarını çöpe atıyorsun? Hem de hiç okumadan!

Yazdıklarını Yırtıp Atmalısın Belki
Faulkner gibi diğer yazarlara oranla günlük rutini az olan bir diğer isim de Arthur Miller. Miller, belli bir rutini olmadığı için az da olsa hayıflanır ve “Keşke bir yazma rutinim olsaydı” derdi. O, sabah kalkıp atölyesine gidiyor ve yazmaya başlıyordu. Daha sonra da yazdıklarını yırtıp atıyordu. Bu yırtıp atmadan sonra eğer elde bir şey kalmışsa onun peşine düşüyordu. Esas mesele de zaten bu aşamadan sonra başlıyordu.
Sonuç olarak her yazarın belli bir yazma, çalışma rutini vardır. Mesele bu işi ne kadar sistemli bir şekilde yaptığımızdır. Sadece yazmak için yazı masamızın üstüne bir şeyler koymamız ve belli rutinler edinmemiz bizi ne yazar yapar ne de iyi eserler ortaya çıkarmamızı sağlar. Yazar olmak ve okunmaya değer bir şeyler üretmek için gerekli olan şey dert sahibi olmaktır bana sorarsanız.
Davut Bayraklı
2 Yorum