İnsanoğlunun ortaya koyduğu her sanat eseri, sahip olduğu dünya görüşü ve benimsediği hayat tarzını yansıtır. Özellikle sinema, kişinin inandığı, savunduğu ve benimsediği düşünceleri kitlelere ulaştırma noktasında diğer sanat dallarından daha önemli bir yere sahiptir. Sinemanın nesnel ve somut olma özelliği ile ulaştığı kitlelerin hem göz hem de kulaklarına hitap etmesi onu çok kullanışlı bir araç haline getirmektedir. Bu özelliklerinden dolayı devletin ideolojik bir aygıt olarak kullandığı sinema modern cumhuriyetin kuruluşunda da “geleneksel değerler ve modern dünya görüşü” arasında kalmıştı. Cumhuriyetin ilanından sonra beyazperdeyi, halkı eğitim aracı olarak gören anlayış, kendi inandığı, kabul ettiği modern değerlerin aktarım aracı olarak kullanılmasında bir beis görmemiştir. Zira kitleleri hem görerek hem de duyarak etkilemek için sinemadan daha iyi bir araç o dönem şartlarında mevcut değildi. Toplumun büyük bir kesimi şiir, roman, hikâye ile ilgilenmese de sinema herkese kesime hitap ediyordu.
1923 sonrasında Türkiye’de Batı dünyasına dâhil olma ve modernleşme düşüncelerinin benimsenmesi sonrasında yeni yeni gelişmeye başlayan sinema anlayışımızda da geleneksel değerlerle Batılı modern düşünceler arasında sıkışıp kalmış bir durum ortaya çıktı. Aslında kafa karışıklığından değil de geleneksel değerlerle hesaplaşma diyebileceğimiz bu süreçte sinemada kullanılan senaryolar ve bu senaryolar aracılığıyla beyazperdeye taşınan değerler tavrını uzun yıllar -Milli sinema anlayışına kadar- Batı medeniyetine göre şekillendirmişti. Bu açıdan ilk dönem sinemamızda gelenekle hesaplaşma olgusundan rahatlıkla bahsedebiliriz. Dönem itibarıyla sinemanın ülkemizde yeni bir sanat dalı olması, bu alanda kalifiye eleman olmaması bazı sorunlara neden olsa da genel anlamda hedeflenen değerlere ulaşabilmek için eldeki imkânlar sonuna kadar kullanılmıştır. Mesela senaryo sorunu, dönem içinde yazılan romanların senaryoya evrilmesi yoluyla çözülmüştür. İlk dönem sinemamızda Muhsin Ertuğrul faktörü de göz ardı edilmemesi gereken bir durumdur. Muhsin Ertuğrul, tiyatro kökenli olduğu için çektiği filmler genel olarak sinematografi açısından incelendiğinde tam bir sinema filmi olarak değerlendirilemez. Ertuğrul tarafından bu dönemde çekilen filmler teatral bir özelliğe sahiptir. Senarist kavramının belli bir yere oturmadığı bu zaman diliminde yukarıda izah ettiğimiz gibi daha önce yazılan romanlar –az sayıda örneği de olsa daha önce yazılan oyunlar da burada düşünülmelidir- senaryo olarak kullanılmıştı. Bu romanların alt metnini ise modern hayat tarzının önemi, özelliği, neden gerekli olduğu oluştururken eleştiri okları da geleneğe ve geleneksel değerlere doğruydu.
1922 yılında Muhsin Ertuğrul tarafından çevrilen ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun romanından uyarlanan “Boğaziçi Esrarı (Nur Baba)” filmi yukarıda anlattıklarımıza en güzel örneklerden birisidir. Tekkesini zengin ve güzel kadınlara çekmek için kullanan ve şehvet düşkünü olarak görünen bir Bektaşi şeyhinin öyküsünün anlatıldığı film, o dönem toplumsal bazda büyük yankılar uyandırmıştı. Filmin dış sahne çekimleri Eyüp camisinde yapılıyordu. Geleneğin eleştirildiği bu filmden haberdar olan Bektaşiler, film setini basmışlar ve bazı oyuncuları da tartaklamışlardı. Bu olaydan sonra film, ancak polis gözetiminde tamamlanabilmişti. O dönemde İşgal Kuvvetleri Komutanlığı başka bir olaya mahal vermemek için filmi yasakladı. Bu hadise üzerinden başlangıç diyebileceğimiz bir dönemde bile sinemanın toplum üzerindeki etkisini görmek mümkün. Geleneksel değerlerin hedef alınması ve modern düşünceye dayalı farklı bir fikrin ortaya koyulması “gelenek-modernlik” çatışmasına neden olmuştu. Bu dönem içinde çekilen filmlere bakıldığı zaman “ulusal bilinç ve cumhuriyet fikri etrafında bir araya gelme” düşüncesinin hâkim olduğu görülür. Yıkılan, değiştirilen eski fikirlerin ve değerlerin neden değiştirilmesi gerektiği, modern ve yeni olanın neden iyi olduğu ve kabul edilmesi gerektiği sinema aracılığıyla anlatılmaya çalışılıyordu. Doğal olarak da film senaryolarında alt metin olarak kullanılan romanların konusunu da eski rejimin kötülüğü, saltanat, hilafet, dinî kurum ve din adamlarının kötülenmesi oluşturuyordu.
Geleneksel değerlerin hedef alındığı ve geçmişin kötülenmesi ölçüsüyle çekilen ve yine Muhsin Ertuğrul imzası taşıyan Musahipzade Celal’in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan “Aynaroz Kadısı” (1938) ve “Bir Kavuk Devrildi” (1939) filmleri de Osmanlı adalet kurumlarını hedef alırken bu kurumları temsil eden din adamlarını hicvediyordu. Geleneksel değerler ve modern düşüncenin karşı karşıya geldiği bir başka film ise Muhsin Ertuğrul tarafından 1923 yılında çekilen “Ateşten Gömlek” filmidir. 1928-1929 yapımı bir başka Muhsin Ertuğrul filmi olan “Ankara Postası” ve 1932 çektiği “Bir Millet Uyanıyor” da aynı temaları işleyen filmler olarak karşımıza çıkar. Ortak temaysa Kurtuluş Savaşı dönemlerinde geleneksel değerlere ve yapılara sahip olanlarla modern düşünceyi savunanların mücadelesidir. 1959’da çekilen “Kalpaklılar” ve “Düşman Yolları Kesti”, 1949’da “Vurun Kahpeye” gibi filmlerde de aynı temanın farklı yönetmenlerle ve farklı konular üzerinden işlenmeye devam ettiğini görüyoruz.
Sonuç olarak Türk sinemasının kuruluş döneminden bugüne gelene kadar geçirdiği evreler göz önüne alındığında hâkim düşüncenin verdiği sınırsız destekle birlikte geleneksel değerler eleştirilmiş, benimsenen yeni hayat nizamına uygun olarak modern Batı dünyası övülmüş, Batılı değerler örnek bir değer sistemi olarak insanlara sunulmuştur. İlk dönemlerde padişah-hilafet-dinî kurumlar-din adamları eleştirilere hedef olurken zamanla bu eleştiri skalası genişlemiş ve Anadolu insanının hayat tarzı ve geleneksel değerleri de hedef alınmıştır. Millî sinema anlayışı içinde film üreten yönetmenleri saymazsak yakın zamana kadar sinemadaki bu algı değişmemiş ve toplum modernist bir zihne kavuşturulmak için devamlı sinema ile manipüle edilmiş ya da edilmeye çalışılmıştır.
Davut Bayraklı
1 Yorum