Modern Zamanlarda Yalnızlık: Albert Camus’nun “Yabancı” Romanında Varoluşçuluğun İzleri

Kalabalıklar içinde kaybolmak, modern insanın yalnızlığıdır; herkesin bir arada ama kimsenin birbirine dokunamadığı bir çağa mahkûmuz. Teknoloji bizi yakınlaştırdı, ama aynı zamanda birbirimizden daha da uzaklaştırdı; ekranların ardındaki yalnızlık, en derin yalnızlıktır. Peyami Safa’nın deyişiyle “giderek çirkinleşen bir dünyada yalnızız!” Kaldırımlar, Necip Fazıl’ın yalnızlık üzerine bir feryadı, varoluşun karanlık labirentinde kaybolan ruhun yankısıydı. Şair, insanın içindeki derin boşluğu, gecenin sessiz kaldırımlarına döker; her adım, bilinmeze bir adanıştı. Bu şiir, bir başına kalmış insanın, kalabalıklar içinde bile tanıdık gelen o tarifsiz yalnızlığın çığlığıdır. Yalnızlık, burada bir yazgı değil, insanın kaderinde iç içe geçmiş, görünmez ama daima hissedilen bir gölgeydi. Modern dünyanın ironisi, sürekli bağlantıdayken hiç bu kadar kopmuş hissetmemiş olmamız idi. Yalnızlık, bazen sadece sessizlik değil, anlam bulma çabasının içinde kaybolmaktır; modern insan neyi aradığını bile bilmeden yalnızdır.

Sezai Karakoç bu kopuşu “ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık” şeklinde dile getirir. Bu dize modernizmin birey üzerindeki etkisini güçlü bir şekilde yansıtan simgesel bir ifadedir. Sigara külü, geçiciliği ve önemsizliği simgeler; modern insanın yalnızlığı da tıpkı bu kül gibi gelip geçici, ancak derinlerde bir o kadar kalıcı ve anlamsızdır. Modernizmle birlikte birey, toplumsal bağlarından koparılmış, hızla değişen dünyada aidiyet ve anlam arayışına girmiştir. Bu dizedeki “yalnızlık,” modern dünyanın ruhsuzluğunu, insanın hem kendisiyle hem de etrafıyla kuramadığı bağları imler; sigara külü ise, bu yalnızlığın gündelik ve sıradanlaşmış halini, her anımızda yanımızda taşıdığımız ama fark edemediğimiz varoluşsal boşluğu temsil eder. 

Tanıdık Bir Yabancı

Albert Camus, 20. yüzyılın en etkili ya da en özgün düşünürlerinden biri olarak felsefe, edebiyat ve politikaya damgasını vurmuş bir isimdi. 1913’te Cezayir’de doğan Camus, savaşların, sömürgelerin ve toplumsal eşitsizliklerin gölgesinde büyüdü. Hayatı boyunca yaşadığı bu derin çelişkiler ve adaletsizlikler, onun eserlerinin temelini oluşturdu. Varoluşçu olarak tanınmasına rağmen, Camus kendi düşüncesini “absürdizm” olarak tanımlayarak, insanın hayat karşısındaki anlamsız mücadelesine ve bu mücadelenin kaçınılmaz sonucuna odaklanmıştı.

Camus’un dünya görüşü, en yalın haliyle, insanın evrenin anlamsızlığına karşı gösterdiği dirençle şekillenir. Ona göre, evrenin hiçbir derin anlamı ya da amacı yoktur; insan bu boşluk karşısında anlam arar, ama evren ona hiçbir cevap vermez. Camus, bu durumu “absürd” olarak tanımlar ve insanın bu absürt karşısındaki tutumunu sorgular. İnsan hayatı bir “anlam” bulmaya çalışarak geçirdiği sürece, Camus’ya göre trajikomik bir direniş sergiler. Bu görüş, onun en önemli eseri “Yabancı” (L’Étranger) ile en iyi şekilde ifade edilir.

Absürdizm ve İnsanın Direnişi

Yabancı,” Camus’nun felsefî duruşunu en net yansıtan romanlardan biridir. Romanın kahramanı Meursault, modern insanın absürt dünyadaki sembolüydü. Meursault, annesinin ölümüne dahi kayıtsız kalarak toplumsal normları ve duygusal beklentileri yıkar. Hayatın, ölümün, sevginin ve acının anlamına dair kaygısı olmayan bir karakter olarak Meursault, toplumun/insanın anlam arayışını sorgular. Onun için dünya boş ve anlamsızdır; sadece var oluruz ve yaşarız. Bu tutum, modern insanın “yalnızlık” ve “boşluk” içinde kaybolduğu bir dünyayı yansıtır. Camus burada, insanın anlamı olmayan bir evrende anlam arayışının nafile olduğunu, ancak buna rağmen yaşamın sürdürülmesi gerektiğini vurgular.

Camus’un dünya görüşünde, bu absürtlük karşısında iki yol vardır: Ya insan, bu anlamsızlığı kabullenip varoluşuna son verir ya da anlamsızlığın bilincinde olarak yaşamaya devam eder. Ancak Camus, intiharı bir çözüm olarak görmez; aksine, absürde karşı direnç gösteren bir yaşamı savunur. Bu direniş, insanın kendi varoluşunu anlamlandırma çabasına olan inatçı bağlılığıdır. Bu yaklaşım, “Sisifos Söyleni” (Le Mythe de Sisyphe) adlı denemesinde en belirgin halini alır. Yunan mitolojisindeki Sisifos, tanrılar tarafından sonsuza dek bir kayayı tepeye çıkarmaya mahkûm edilmişti. Kaya her seferinde geri düşer ve Sisifos bu anlamsız döngüyü sürdürmek zorunda kalır. Camus, bu trajik kahramanın durumunu insanın varoluş mücadelesine benzetir; ancak Sisifos, Camus’nun gözünde, anlamsız bir evrene başkaldıran bir kahramandı. “Onu mutlu olarak hayal etmek gerekir” der Camus, çünkü Sisifos bu anlamsızlık içinde yaşamayı ve mücadele etmeyi seçmiştir. 

Adalet Arayışı ve Ahlâk

Camus’nun dünya görüşü sadece bireysel varoluşun anlamsızlığına odaklanmaz; aynı zamanda toplumsal adalet ve etik sorunlarına da derin bir duyarlılık gösterir. Camus, genç yaşlarından itibaren Cezayir’deki Fransız sömürge yönetimine karşı çıkmış, savaş sırasında ise Fransız Direnişi’nde aktif rol almıştır. Totaliter rejimlere, sömürüye ve adaletsizliğe karşı olan duruşu, onun tüm eserlerinde kendini gösterir. “Veba” (La Peste) romanı, bu açıdan Camus’nun etik/ahlâkî duruşunu en iyi örnekleyen eserlerden biridir.

Veba”da, bir Kuzey Afrika kasabası veba salgınıyla boğuşmaktadır. Bu salgın, insanlığın kötülük, acı ve ölüm karşısındaki çaresizliği ile başa çıkma mücadelesinin sembolüydü. Romanın karakterleri, salgına karşı farklı tepkiler verir: kimisi mücadele eder, kimisi teslim olur, kimisi ise kaçmaya çalışır. Camus, burada insanın absürtlük karşısındaki ahlâkî sorumluluğunu vurgular. Veba, sadece bir hastalık değil, aynı zamanda kötülüğün sembolüdür; bu kötülüğe karşı mücadele etmek, insanın etik sorumluluğudur. Camus, anlam bulamayacağımız bir dünyada bile ahlâkî olarak doğru olanı yapmamız gerektiğini savunur.

Albert Camus, modern insanın anlam arayışına, absürt bir dünyada yaşamaya dair verdiği felsefî ve edebî yanıtlarla 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden biri olmuştu. Onun eserlerinde, hayatın anlamına dair karamsarlıkla birlikte insanın bu anlamsız dünyaya karşı inatçı direnişi yatar. Camus’ya göre, insan, evrenin anlamsızlığıyla yüzleşmeli, ancak buna rağmen yaşamı sevmeli ve sürdürmelidir. Bu dünya görüşü, hem bireysel varoluşun derin sorgulamalarına hem de toplumsal sorumluluğu içeren bir felsefî duruşa işaret etmekteydi. Camus’nun eserleri, bugün bile modern insanın yalnızlık, yabancılaşma ve anlam arayışını sorgulayan güçlü bir ses olarak varlığını sürdürüyor. Bu absürt dünyada, yaşamı kabul edip kendi anlamını oluşturma mücadelesi, insan olmanın temel şartı olarak Camus’nun düşüncesinde yüceltilmişti. 

Bir Roman Olarak “Yabancı”

Yabancı, Albert Camus’un 1942’de yayımlanan ilk romanıydı. İlk eskizler 1938’den kalmadır. Roman aslında ancak 1940’ın başlangıç aylarında şekillenir ve Camus tarafından 1941’e kadar üzerinde çalışılır. Roman, Camus’nun “saçma döngü” adını vereceği yeni felsefî bakışının temellerini anlatır. Roman altmış sekiz dile çevrildi. Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i ve Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ından sonra dünyada en çok okunan üçüncü Fransızca romanıdır. Ayrıca 1967’de Luchino Visconti tarafından bir film uyarlaması da yapıldı. Yabancı’nın başlangıcı, Fransız edebiyatının en ünlü pasajlarından biri olarak kabul edilir. Romanın ilk cümleleri şöyleydi:

“Bugün annem öldü. Ya da belki dün, bilmiyorum. Tımarhaneden bir telgraf aldım; ‘Annem öldü. Cenaze yarın. Seçkin duygular.’ Hiçbir şey ifade etmiyor. Belki dündü.”

Bu sözler, eserin baş kahramanı Meursault’un dünyaya ve insan ilişkilerine karşı kayıtsız, duygusal anlamda kopuk tutumunu ortaya koyar. Söz konusu cümlelerle Camus, insanın varoluşunun anlamsızlığını ve absürt bir dünyadaki yabancılaşmasını vurgular. Meursault’un, annesinin ölümüne dair bu kayıtsız ve ilgisiz tavrı, toplumsal normlara; duygusal beklentilere tamamen ters düşen bir duruş sergiler. Camus burada şunu ifade eder: Modern insan, hayatın temel anlamları -sevgi, ölüm, yas gibi kavramlar- karşısında bile kayıtsız kalabilir. Meursault, annesinin ölüm tarihini bile net hatırlayamamakta, cenaze gibi önemli bir olay hakkında bile “hiçbir şey ifade etmiyor” diyerek duygu yoksunluğu sergilemektedir. Bu, Camus’nun absürdizm felsefesiyle uyumlu bir yaklaşımdır; hayatın bir anlamı yoktur ve insan, anlam arayışında kayıtsız kalmak zorunda kalabilir. Bu kayıtsızlık, hem bireyin dünyaya karşı yabancılaşmasının hem de absürt bir dünyada anlam bulamama trajedisinin bir göstergesidir.  

Saçmalık Duygusu

Modern insana dair bu cümlelerde onun ne kadar duyarsızlaşabileceğine dair bir eleştiri vardır. Başlangıçtan itibaren bu anlatıcı okuyucuya mesafeli görünür ve anın ciddiyetine pek de uymayan belli bir rahatsızlık gösterir. Bu izlenim, daha sonra, trajik son sözünü duyurarak çıkacağı ağır ceza mahkemesinde kurgulayacağı bir izlenim olacaktı. Camus, Meursault’nun toplumsal değerlerden, duygusal bağlardan ve varoluşsal anlamdan ne denli kopuk olduğunu gösterir.

Ölümüne gitmeden önce Meursault gecenin dinginliğinde huzur bulur ve hatta idam edildiği gün kendisinden nefret eden büyük kalabalıkların orada olmasını diler. Jean-Paul Sartre’a göre Albert Camus’un romanı, Camus tarafından romanın yayımlanmasından bir gün önce yayınlanan ve 1943 tarihli “Yabancının Açıklaması” adlı makalesinde kullandığı terimlere göre “saçmalık duygusunu” vermeyi amaçlamaktaydı. Saçma olan, çağrısı insanın derinliklerinde yankılanan bu irrasyonel ve bu çaresiz açıklık arzusunun yüzleşmesiydi. Edebiyat eleştirmeni Edward Said,Kültür ve Emperyalizm” adlı eserinde, Yabancı’nın sıklıkla insanlık durumuna ilişkin bir tür soyut metafor olarak yorumlanmasına rağmen romanın tarihsel bağlamına, yani Albert Camus’nun büyüdüğü sömürge Cezayir’ine derinlemesine dayandığına dikkat çekmişti. Camus modern dünyadaki insanın yalnızlığına dair şunları söylemişti: “İnsan her şeyi anlamaya çalışarak yalnızlaşır, anlam aradıkça da anlamsızlığın içinde kaybolur…”

Tasavvuf ve Yalnızlık

Modern zamanlarda varoluşsal yalnızlık, bireyin hayatın anlamı ve kendi varoluşu üzerinde derinlemesine sorgulamalar yaptığı, toplumdan ya da kendinden yabancılaştığı bir ruh halidir. Teknolojinin gelişimi, toplumsal bağların zayıflaması ve bireyselleşme, bu yalnızlık duygusunu daha da belirgin hale getirdi. Varoluşsal yalnızlık, çoğunlukla hayata anlam bulamamakla bağlantılıydı. Bu nedenle, modern insanın yalnızlığını aşmasının bir yolu, kendi hayatına anlam katmakta saklıdır.

Albert Camus’nun absürdizm felsefesine göre, insan hayatın anlamsızlığıyla yüzleşmeli ve bu anlamsızlığı kabul ederek yaşamaya devam etmeli. Modern toplumda bireyler, özellikle teknolojinin insanları sanal dünyalara hapsetmesi ile fiziksel ve duygusal bağlarını zayıflatabiliyor. Varoluşsal yalnızlıktan kurtulmanın en etkili yollarından biri, insanlarla gerçek ve derin ilişkiler kurmak, toplumsal bağları yeniden inşa etmektir. Yalnızlık duygusunu hafifletecek dostluklar, aile bağları ya da topluluklara katılım, bireyin yalnızlıkla baş etmesine yardımcı olabilir. Varoluşsal yalnızlık, insanın kendisiyle olan ilişkisini de içerir. Kendiyle barışık olmayan, sürekli kendini sorgulayan biri, dış dünyada da bu huzursuzluğu hissedecektir.

Modern insan, kendini kabul etmeli, eksikliklerini kucaklamalı ve kendi iç dünyasında bir denge bulmalıdır. İslâm tasavvufu, varoluşsal yalnızlığı anlamlandırma ve aşma konusunda zengin bir öğretisi olan bir geleneği temsil eder. Tasavvuf, bireyin Allah’a yakınlaşmasını ve içsel huzurunu sağlamasını amaçlar. İnsanın varoluşsal yalnızlığını aşması için Allah’a yönelmesini teşvik eder. Tasavvuf anlayışında, insanın en derin yalnızlık hissi, Allah’tan uzaklaşmasından kaynaklanır. Allah’a samimi bir kalple yönelmek, ibadet, dua ve zikir ile yaklaşmak, insanın ruhsal huzurunu artırır ve yalnızlık duygusunu hafifletir. Bu anlamda tasavvuf, varoluşsal yalnızlığın üstesinden gelmek için bireye manevi bir yol sunar.

Ayrıca İslâm, Camus’nun bahsettiği modern insanın yaşadığı anneye karşı duyarsızlaşma/önemsizleşme ya da hiçbir şey ifade etmeme durumuna şiddetle karşı çıkar. İslâm’da anne kavramı, büyük bir sevgi, saygı ve önemle ele alınır. Anne, sadece çocukların dünyaya gelmesini sağlayan bir varlık değil; aynı zamanda, onlara hayat boyunca rehberlik eden, sevgiyle büyüten ve eğiten bir figürdür.

Dr. Arif Akbaş

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Samedaniyet keşişleri , 30/11/2024

    Merakla okudum ve bir konunun,  hem bizim topraklardan hem yabancı kişilerin fikirlerinden derlenerek anlatılması çok hoş.Yanliz yazının son bölümünde “Tasavvuf ve Yalnızlık” kısmına gelince modern insanın varoluşsal yalnızlığının kaygılı labirentinde “sevgi ve güvenin kaynağına” ulaşmada yardımcı olacak daha güçlü bir düşünce yazısı bekliyoruz :)

    Bu arada ben de şunları yazmak isterim.

    Es-Samed ismi bağlamında modern insanın nasıl da müstağniliğe alıştırıldığı ve varoluşsal yalnızlığın onun için ne kadar kurtarıcı bir his olduğunu, es- Samed’i bulmada ve tanımada en mühim bir basamak olduğunu belirtmek istiyorum.

    İnsanın  kainattaki en güzel ve en kabiliyetli yaratılmış olmasının, kainatın en muhtaç ve en aciz bir varlığı olmasının üstünü örtmesine müsaade edilmemesi gerekirdi. (Bir varlığın Rabbisine muhtaçlığı arttıkça, ilâhî isimlerin tecellisi, etkisi de artıyor)

    Es Samed hiç kimseye ihtiyacı olmayan, ama herkesin kendisine muhtaç olduğu, sonsuz istekler, arzular,elemler  için kendisine yönelip başvurulan sevgi ve  güven kaynağımızdı. Halbuki modern dünyada insanın es Samed’i unutması için ortam hazırdı,  Ihtiyacı olan herşey anında karşılanıyor ve bazen sunulan seçenekler(nimetler) arasından seçim yapmakta zorlanıyordu. Hatta modern insan aileye, eşe, çocuğa da ihtiyaç hissetmiyordu. O derece sinsi, örtük, naif , kibar bir müstağnilik içinde felsefesini inşa etmişti.

    Dindar bilinçli kişilerde yaşadığı çağdan bu duyguyu kapıvermiş, kendisinin yaratılmışlar içinde “en muhtaç” varlık olduğunu bir türlü algılayamıyor,  es Samed’i her cihetten sezemiyordu. Bulduğu noktada hemen karşısına bir kitap, yaşam koçu vs çıkıyor ve onu takviyelerle,  magnezyumun yeni bir türevi ile  ya da beyindeki nörönlara dikkatini celbederek labirentinin konforunu arttırıyordu.

    Oysa modern insan parlak zekâsı, bakımlı bedeni, kültürlü, donanımlı haliyle teknolojik, dijital buluşlarla yaşadığı kaliteli hayatta nasıl kainatın en muhtaç, en aciz varlığı olabilirdi ki? Bu nasıl bir absürtlük idi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir