İngilizlerle bu kadar iyi ilişkileri olan bir üst düzey devlet adamı, onlardan belli bir güvence almış olabilir mi?
Aslında paşa bu hususta en küçük bir teminat almamıştı. O, kendince bir çıkarım yapıyordu. Kendisini, büyük devlet adamı, cins bir zekâ olarak görüyordu. Kırım savaşında Osmanlı harbe girdikten sonra İngiltere ile Fransa’nın aynı şeyi yaptığını, bir gençlik hatırası şeklinde düşünüyordu. “Şimdi tarih neden tekerrür etmesin?” kabilinden bir rüyaydı onunkisi. Aslında Kırım savaşındaki o istisnai durumu sağlayan en önemli etken dönemin en iyi devlet adamlarından olan Reşit Paşa’nın siyasi zekâsı ve uzun yıllardan beri bunun zeminini hazırlamasıydı. Ancak Mithad Paşa’nın ne böyle bir hazırlığı vardı ne de o hazırlığı yapacak siyasi, bürokratik zekâsı… Bir başka örnek daha verelim. Mesela İkinci Abdülhamid Han’ı; Babıâli’de toplanan Büyük Meclisi, Tersane Konferansı’nın tekliflerinin reddetme kararını tasdik mecburiyetinde bıraktılar. Konferans dağıldı. Büyük devletlerin büyükelçileri bile, birer maslahatgüzar bırakarak İstanbul’dan ayrıldı. Durum böyle olunca da Osmanlı, Rusya tehlikesi karşısında, bir anda kendisini yapayalnız buldu. Bu durumda Mithad Paşa ve diğer savaş isteyenlerin akıllarının başlarına gelmesi bekleniyordu ancak o da olmadı. Mithad Paşa, her zamanki gibi fikrinde ısrar etti ve Osmanlı’yı hiç kazanamayacağı bir savaşın içine soktu: 93 Harbi. Bu harbin sonuçları malumdur. Lord Salisbury bile Mithad Paşa’ya mektup yazıyor ve bir dostu sıfatıyla bu işe kalkışmamasını, sonuçlarının çok fena olacağını söylüyor. Buna rağmen bir ihanet ruh hali içinde yine de savaşa girdiler. Sonuçta da padişah, bu kararı alanları sürgüne gönderdi haklı olarak.
Mithad Paşa’nın sürgün edilmesi nasıl oldu?
93 Harbi neticesinde yaşanan büyük bozgun ve Rusların Yeşilköy’e kadar gelmeleri neticesinde, 5 Şubat 1877’de Sultan İkinci Abdülhamid, Mithad Paşa’yı görevden azletti. Ancak bununla yetinmedi ve paşanın İstanbul’da hatta Türkiye’de kalmasını bile tehlikeli gördü. Zaten paşanın Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde ve şehit edilmesinde birinci derecede rolü vardı. Görevde bulunduğu zaman dilimi içinde Sultan İkinci Abdülhamid’in hukukunu, şahsiyetini önemsemeyen Mithad Paşa ile işbirliği yapmanın da imkânı yoktu. Tüm bunların yanında Mithad Paşa’nın, her gece rakı sofrasında en gizli devlet sırlarını ifşa ettiği, bu sırların ertesi gün bütün İstanbul’da öğrenildiği bilinen bir gerçektir. Hatta bu işret meclislerine Ziya Paşa ve Namık Kemal de katılıyordu. Mithat Paşa, burada yaptığı sohbetlerde hayallerini dile getiriyordu. Bir defasında da Cumhuriyet ilanından, III. Napolyon gibi önce cumhurbaşkanı, sonra da imparator olacağından bahsediyordu. O kadar rahattı ki “Niye Âl-i Osman olur da, Âl-i Mithat olmaz!” bile diyebiliyordu. Meşru bir hanedanın düşürülmesini düşünmek ve konuşmak, demokrat monarşide bile çok ağır bir suçtur. Ama bu paşanın ne ilk ne de son vukuatıydı. Hususi asker yazmaya kalkışması meselesi Sultan Abdülhamid’in sabrını taşıran son damla oldu. Tüm bunların yanında Mithad Paşa’nın Sultan’a karşı kullandığı lisanı, görevden düşmesinin başlıca sebepleri arasında sayanlar da vardır. Artık çığırından çıkmış bir megaloman haline gelmişti paşa. Sultan ile nasıl konuşması gerektiğine dair en küçük kuralları bile göz ardı ediyordu. Bir keresinde hükümdarın yüzüne karşı cüretkâr ve saygısızca sözler söyleyince Sultan, onu huzurundan çıkarmıştı.
Hususi asker meselesi nedir?
Paşa, “Millet askeri” adıyla müstakil bir ordu teşkil edecekti ve bu ordu da direk Paşa’nın şahsına bağlı bulunacaktı. Hıristiyan ve Müslüman gönüllüler, başkumandanları Mithad Paşa lehine işler yapıp, İstanbul’da huzuru bozuyorlardı. O dönemde Ziya Paşa ile Namık Kemal gibi devlet adamları da bu millet ordusunu desteklediler. İkinci Abdülhamid, sadrazamı, bu gönüllülerin seraskerliğe başvurarak Birinci Ordu’ya yazılmaları hususunda ikaz etti. Ancak Mithat Paşa’nın teşvikiyle bu gönüllüler “Bab-ı Seraskeri maiyetinde askerliği kabul etmeyiz, biz milletin askeriyiz.” şeklinde nümayiş yaptılar. Bu uygulamayla Mithad Paşa, şahsına ve devlete bağlı olmak üzere iki bağımsız silahlı kuvvetler teşkil etmeye girişmiş oldu yani. Zaten Mithad Paşa’yı görevinden azlettiren ve bununla da yetinmeyip Türkiye dışında sürgüne mahkûm eden olay bu “millet askeri” meselesiydi. Yılmaz Öztuna, bu mesele için “Meşrutiyetçilerin demokrasiyi nasıl anladıklarını göstermek bakımından da bu olay, Türkiye tarihinde garibin ötesinde, bir örnek teşkil eder.” demektedir.
Mithad Paşa, sadaret görevinde uzun süre kalamamış birisidir. Buna rağmen bu desteği ve gücü nereden buluyordu?
Paşa, hem Sultan Abdülaziz’in hem de Beşinci Murat’ın tahttan indirilmesinde önemli bir aktördü. Bilhassa iki padişahı tahtından indirdikten sonra tipik bir megaloman olarak karşımıza çıkıyor. Hatta Mithad Paşa, sürgüne gönderilirken “Teessüf ederim ki, İstanbul’a avdetimde, ne şevketli efendimizi bu saraylarda ve ne de mülkü yerinde göremeyeceğim” diyor. Kendisinden sonra devletin ve hanedanın yaşayamayacağını emin bir şekilde dile getiriyor yani. Önceki öngörülerinin hiç birisi çıkmamış bir adamın bu sözleri söylemesi, gücü nereden aldığını gösteriyor aslında.
Mithad Paşa ve Bosna Hersek meselesi nedir?
Sadece Bosna Hersek meselesi bile paşanın ne kadar iş bilmez, diplomasiden, bürokrasiden anlamaz bir adam olduğunun göstergesidir. Olay şudur; Paşa, Bosna Hersek eyaletinde Türk bayrağındaki Ay Yıldız’ın yanına bir haç ilave edilmesini emretmiş, bunu da tatbik ettirmiştir. Böylece eyaletteki Hıristiyan isyanını durduracağı hezeyanına kapılmıştı. Ama isyanı durdurmak şöyle dursun, üstüne bir de Müslüman Boşnakları müteessir etti. Sonuçta Mithad Paşa’dan mühr-i hümâyûnu, Mâbeyn-i Hümâyûn müşiri Büyükamiral Sait Paşa aldı. Paşa da, İzzettin vapuru ile arzusu üzerine İtalya’da Brindisi’ye çıkarıldı. Hatta üzerinde para olmadığını söylemesi üzerine de kendisine 500 altın verildi. Sürülürken, “Eğer beni buradan sürerseniz memleket mahvolur” demeyi de ihmal etmedi. Kendisi sürüldüğü için ihtilal olacağına o kadar çok inanıyordu ki Çanakkale Boğazı’ndan geçerken, İstanbul’da ihtilalin başlayıp başlamadığını soruyordu. Ama Mithad Paşa sürüldü diye İstanbul’da tek bir itiraz sesi dahi yükselmedi. Zaten onu yakından tanıyan, yıllarca beraber çalışmış isimler hiç de lehinde şeyler söylemezler.
Mithad Paşa hakkında dönemin ileri gelenleri ve devlet adamları ne düşünüyordu?
Sultan İkinci Abdülhamid Han, birlikte çalıştığı paşayı yakından tanıyan birisi olarak paşanın ne yaptığını bilmediğini ve yaptığı işin zamanını, yani zamanı olup olmadığını takdir edemediğini söyler. Bunun yanında Sadrazam Ali Paşa da onun için “Bir işin nereye doğru gittiğini asla kestiremez” diyor. Vakanüvis Kazasker Lütfi Efendi de, Mithat Paşa’nın gözünü budaktan sakınmayan cesur bir adam olduğunu söyleyerek cümlesini şöyle bitiriyordu: “Rüşvet alıp vermekten çekinmezdi. Eğlenceye düşkündü. Büyük servet edinmişti.” İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın naklettikleri ise daha ilginçtir: “Hiçbir şeyi gizlemeye tabiatı müsait değildi (…) Son derece mağrur, bencil ve kendini beğenmişti. Ruh asaletinden ve yüksek duygulardan tamamen mahrum bulunduğunu yalnız düşmanlarından değil dostlarından ve taraftarlarından da işittik.” Çorluluzâde Mahmut Celalettin Paşa’ya göre “Çok cüretkâr idi. Hiçbir işi ve fiili yoktu ki, şahsi menfaatine bağlamasın… Kendini çok beğenirdi.”
Süleyman Nazif Bey, Mithad Paşa’nın akıl hocalarını anlatarak paşa hakkında malumat verir ve şunları söyler “Odyan Efendi, Aleko Paşa gibi kötü müşavirleri vardı ve bunların kötü tavsiyelerini dinlerdi ve onlara kanardı. Bu Vezir Aleko Paşa, son derece hain ve Türk düşmanıydı ve çok Türk kanının akmasına sebep olmuş, keyiflenmişti. Osmanlı Devleti’nden kovulmuş, yıllarca Avrupa’da serserilik ettikten sonra orada ölmüştür.”
Son bir örnek olarak Küçük Sait Paşa’nın ifadelerine bakalım. Sait Paşa, Mithad Paşa için “Siyasi ehliyeti yoktu. Üstelik karakter bakımından iyi adam değildi. Babası Eşref Efendi, Bağdat Valiliği’ne giderken oğlunu uğurlamak için İstanbul’da oğlunun konağına gelmiş ve dostlarından birisini kendisine tavsiye etmişti. Mithat Paşa kalabalık içinde babasına ‘Eşek herif, sen benim işime karışma!’ demiş, herkes donup kalmıştı. Bunu çok kişi hatırlar. Zaten insanları çok iyi tanıyan Âlî Paşa ‘Mithat Paşa’nın sadrazamlık nöbeti gelirse devlet harap olur.’ demiştir. Zira Şûrây-ı Devlet reisi yaparak kabinesini aldığı zaman Âlî Paşa’yı çok hayal kırıklığına uğratmıştı. Mithat Paşa, hem mağrur hem gafildi. Bu iki sıfatı dolayısıyla felakete uğradı.” demektedir.
Davut Bayraklı